ÖNE ÇIKANLAR :

YAZARLAR

Yusuf'un Rüyası

Sadık Yalsızuçanlar

05 Temmuz 2010 Pazartesi 15:30
  • A
  • A
Dedem,Yusuf suresini sayıkladı son günlerinde.
Yüziki yaşına girmişti, hatırlayabildiği en şiddetli kış yaşanıyordu.
Damı loğlarken ayağı kaymış, düşmüş, bacaklarını kırmıştı.
Üç ay yattığı döşekten kalkamadı.
Döşeğinin yüzündeki yamalardan şalvarında, bugün hala sakladığım altın sarısı sarığında, mintanında onlarca vardı. Babaannemin kullandığı her şey, kokusunu unutamadığım yeşil sabunla eriyinceye kadar yıkanır fakat atılmazdı.
Yusuf ilk torunuydu. Yedi aylıkken zatürreden ölmüştü ne var ki babaannem, dokunduğu ağacı kurutan boz yılanın soktuğuna inanır,Yusuf’un adı her anıldığında muhayyilesinde uydurduğu bu ölüm öyküsünü yeniden anlatırdı. Annemle Hanım halam, Çarmuzu mahallesindeki evin kayrak taşı döşeli avlusunda kille çamaşır yıkarken, dut ağacının dalına bağlı urganlarla çatılmış asma beşikte uyurken çekilmiş fotoğrafına bakıp bakıp ağlardı. Saçları ve iri badem gözleri sürmeliymiş gibi simsiyahtı. Başı biraz büyükçe, daha çok dedeminkini andıran hafif iri, kancalı burnunun altında kalın, etli dudakları ve şişkin avurtlarının zarif bir biçimde birleştiği çenesinde, yanağındakine benzer bir gamze okunuyordu. Yusuf, gökten inmiş bir melek gibi girmişti hayatlarına,yine aralarında yeşil bir cennet kuşu gibi yaşayıp bir meleğin omzuna dokunup dünya uykusundan uyandırmasıyla birlikte, sessizce uçup gitmişti aralarından.
Definden sonra mezarında geçirdi zamanının çoğunu.
Bir gece korku içinde eve döndü ve bir daha ayak basmadı.
Sonradan annemin anlattığına göre, çocuğu son bir kez görebilmek için mezarı kazmış, toprağa bulanmış yüzünü görmüş bir uyarı almıştı.
Zemini pardaklı, duvarları kerpiç, güney penceresinin dut ağaçlarına baktığı, iki oda bir sofalı evde birlikte oturuyorduk.
Dedem, cemre suyuna düşünce damda yatmaya başlar, birinci yaprak dökümünde eve inerdi. Yatsı namazından sonra şalvarındaki son fasulye şekerini bakır sahana döker, yanına kavrulmuş kayısı çekirdeği ile pestil koyar, bizi de dama çıkarırdı.
Yıldızları biraz yükselince ulaşacakmış gibi hissederdik.
Gökle yerin birleşik olduğunu duyana kadar bakardık yıldızlara.
Yanıp yanıp sönmeleri ömrümüze karşılık geliyordu, dedem böyle söylerdi.
Yıldız kayınca, ‘sübhanallah! sübhanallah!’diye bağırırdı.
Merakımızı bildiğinden, ‘Büyük melekler şeytanları taşlıyor’ derdi.
Tekrar çevirirdik bakışlarımızı, kayan yıldızın nasıl bir elden çıktığını görmeye çalışırdık.
Bu oyun bir vakit sürer, yorulur, kalayı silinmiş bakır tabaktaki kırmızı, sarı, kahverengi fasulye şekerlerini seçmeye çalışırken, o; anne karnındaymış gibi kıvrılır, eliyle destek yaptığı başını göğe çevirir, dünyaya bakmaktan yorulmuş gözlerini yıldızlara salardı.
Sonra sana tuzak kurarlar, çünkü şeytan besbelli ki insana düşmandır
Şeytan düşmandır
diye fısıldardı.
Şekerden çekirdekten hevesimizi aldıktan sonra annesinin yanına sokulan kedi yavruları gibi dedemin çevresine tüner, onun gökle kurduğu temasın farkında olmaksızın, ayın ve yıldızların öykülerini yeniden dinlerdik.
İşte derdi, Yusuf’a secde eden yıldızlar bunlar, bakın, yek, dudu, sise, biraz bu tarafa gelin gelin çar, altındaki penç, yanındaki şeş, heft, hah o yanıp yanıp sönen neh,üstündeki dehe,onun üstündeki devyek, bunlar kardeştir.
Yusuf’la Bünyamin aynı batından gelme, diğerleri bu yüzden şeytana uydular
Yakub aleyhisselam, onu kıra götürmeyin, dedi, baba yüreği anladı
Gözleri nemlenir, iç geçirir, Rabbim ona bildirdi, derdi
Babaannem, onu görmeye başladığımdan itibaren, beli bükülmüş, cimrilik ölçüsünde muktesit, cinlerle ve meleklerle konuşan bir insandı.
Ya dışarda bakır sahanları külle yıkar, pestil ve pekmez için dut kaynatır, soba yakar,yemek pişirir veya namaz kılardı.
Babam, Melek sinemasından sonra Renkli sinemaya ortak olmuş, bu yüzden evlatlıktan atılmıştı.
Babamın sinema işine ne zaman nasıl ilgi duyduğunu bilemiyorum. Malatya’da o zamanlar-ki Demokratların Yassıada’daki fotoğrafları yayınlanıyordu gazetelerde. Dedem gazete okumazdı. Babamın sinema büfesinde kullanmak için kesekağıdı yapılmak üzere eve getirdiği gazetelere bakardı ara sıra. Menderes ve arkadaşlarının fotoğraflarına her baktığında tansiyonu yükselir, fenalaşırdı.- üç sinema vardı. Biri yazlık Şark sineması, biri sonradan yazlığı da açılan Yeni Melek, biri Pınar. Babam, ilkin Şark sinemasında büfecilik yaptı. Sonra Ankara sinemasına ortak oldu. Pınar sineması tümüyle kendine ait ilk yazlık sinema idi.
Yusuf amca, burada makinistlik yapıyordu. Yaz kış üzerinden çıkarmadığı paltosunun sol iç cebinde kanyak taşır, zaman zaman çıkarır, gizlemeye çalışarak içerdi.
Babam Pınar sineması açıldıktan sonra eve nadiren ve çoğu zaman geç vakitlerde gelir, dedeme görünmemeye gayret ederdi .
Babaannem saç sobada yaktığı meşe odununun közünü mangala çekip üzerinde soğanlı bulgur aşı pişirir, suyla yumuşattığı tandır ekmeğinin yanına biber turşusunu çıkarır, çinko çaydanlıkta çay demlerdi. Bu, genellikle kuru ekmeği şekerle tatlandırılmış suya batırıp yiyen dedem için ziyafet sayılırdı.
Şiir insanı yoksullaştırmaz, yoksullar ise hayatı şiir gibi yaşayabilir, bu yüzden iyi şiir yazarlarmış.
Namazdan sonra ism-i azam okur, uzun uzun ve ağlayarak dua eder, yemeğini yiyip çayını yudumlarken, mahşer eşliğinde Yunus ilahisine başlardı.
Aşkın odu ciğerimi/yaka geldi yaka gider/garip başım bu sevdayı/çeke geldi çeke gider
İkinci dörtlükte babaannem de eşlik ederdi.
Mangalın çevresinde, bağdaş kurmaktan ayaklarımız uyuşmuş, göz kapaklarımıza uykunun ağırlığı oturmuş bir halde bu iki yaşlı insanın zikir coşkusunu seyrederdik.
Annemin, şemseli iğne oyasıyla kenarlanmış yazmasından sadece gözleri görünürdü.
Dedemin yanında gelinlik yapar, konuşmaz, sorularına evet veya hayır anlamında başını sallayarak cevap verirdi.
kar etti firak canıma/aşık oldum sultanıma/aşk zinciri dost boynuma/taka geldi taka gider
İlahinin bu dizelerinde babaannem ‘Hay!Hay!’ diyerek, artan bir ahenkle sağa sola sallanır, kendini kaybeder, başını duvara çarpar, alnından kan sızar lakin fark etmezdi. Boncuk oyalı yazması başından sızan kanla kızıla boyanırdı.
Önü yukarıdan eteğe kadar açık, göğsü korsalı, yanları ve kol ağızları yırtmaçlı, kenarları şerit takviyeli entarisinin üstüne giydiği yamalı bervaniğinin ucuyla terini silip soluklanırken, dişsiz ağzında ezilen sözcüklerle bize elifin, hakikatlerden bir koku koklayanların nezdinde sıradan bir harf olmadığını, cem makamına sahip, adının Allah, niteliğininse Hayy olduğunu anlatırdı.
Dedemin onu ancak böylesi anlarda ciddiye alarak dinlediğini hatırlıyorum.
Kirli sarı sarığını geriye iter, başını pencerenin takasına yaslar, gözleri onda fakat bakışları bir başka yerdeymiş gibi sessizce dururdu.
Sokağa inen tenhalığa öylesine bakıyordu ki, bir zaman sonra kimsesizlik ruhuna sızıyordu. Dut ağacına, Çarmuzu deresinden ayrılan kanal suyuna, Galonun Remziye’nin sopasına dayanarak çarpık ve halsiz adımlarla yürürken yerde bıraktığı resme, davin çekirdeğini göğe fırlatan çocukların sevincine, sülükçünün usanmaksızın tekrarladığı,’yaraya bereye mayasıla her derde sülükçü geldi sülüüük sülük!’ sözlerine, Zetina radyo dükkanını sahibi Ayhan efendinin briyantinli saçlarına, Suset’in iki göz toprak damlı eviyle davulcu Hasan’ın babadan kalma iki katlı konağının arasında başı yükselen Beydağı’nın uçurumlarına, neye baksa bir süre sonra baktığı şeyi içinde bulurdu.
sadıklar durur sözünde/gayri görünmez gözüne/bu gözlerim dost yüzüne/baka geldi baka gider
Mahsere, bir harfi bir harfe çarpar gibi vururdu.
Bazen aşık, bazense miskin dediği Yunus’un adını tapşırdığı dörtlüğe geldiğinde babaannem bizi korkutacak denli taşkınlaşınca, dedemin mahseri döven parmaklarıyla, esrimiş gözleri ve kalbinin vuruşları aynı ölçüde buluşurdu.
İlahi bitip dedem sakinleşince, kendi kendine konuşuyormuş gibi, ‘işte böyle dert ağlatır, aşk söyletirmiş’ derdi.
YORUM YAZ
Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.