ÖNE ÇIKANLAR :

YAZARLAR

“Bütün alem bir vücut gibidir, zübdesi de insandır…”

Sadık Yalsızuçanlar

22 Ağustos 2012 Çarşamba 12:08
  • A
  • A
Mustafa Özeren Efendi

Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve kültürel açıdan tam bağımsızlaşma yönünde ilerlediği, tekrar tarihteki kudretine kavuşmaya başladığı, bölgesinde ve dünyada etkin bir ‘güç’e dönüştüğü bugünlerde, bugünkü Türkiye’nin harcında çok değerli katkıları olan İrfan Fethi Gemuhluoğlu’nu hatırlamanın vaktidir.

Fethi Gemuhluoğlu’nu bizim için asıl değerli kılan şeyin, O’ndaki medeniyet perspektifi ve ideali olduğu tartışılmazdır.



Toynbee’nin de belirttiği üzre, bizim son büyük medeniyetimiz, İslam medeniyetinin bir versiyonu olan Osmanlı medeniyeti, fosilleşmiş, ölmüş, donmuş değil; durdurulmuş bir medeniyettir.

Gemuhluoğlu bunun farkında idi.

Dostluk üzerine yaptığı konuşmada, yazılarında ve sohbetlerinde bunu sürekli vurgulamış, çabaları da, medeniyetimizin yeniden inşası yönünde olmuştur.
Bu bağlamda, onun, sanatın bütün alanlarına ilgi duyması, edebiyat, musiki, mimari, resim, sinema ve diğer iletişim ortamlarına dönük kışkırtıcı düşünceleri, yönlendirme ve özendirmeleri hep medeniyetimizin yeniden varkılınması içindir.

Ankara’ya geldiğinde, Özdenören’in arkadaşlarına, ‘Rasim’i görürseniz söyleyin, roman yazsın’ deyişi bundandır. Necip Fazıl’ın ifadesiyle bu ‘fikir sakası’, biliyordu ki, medeniyetin zeminini oluşturan bilgelik damarı, hayatın hemen bütün alanlarında kendini dile getirmedikçe, o muazzam yapı yeniden kurulamaz.

Gemuhluoğlu, sadece belli bir ‘kesim’e seslenmiyor, medeniyetimizi ve geleneksel bilgeliğimizi oluşturan bütün unsurları, yapıları ve kişileri kuşatıyordu.

Bu anlamda Yaşar Kemal’den Asaf Halet Çelebi’ye, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Genco Erkal’a, Cahit Zarifoğlu’ndan Nuri Pakdil’e, Neyzen Tevfik’ten Cinuçen Tanrıkorur’a, bu toprakların her kıymetine ayrı bir önem atfediyor, cem düzeyinden sesleniyor, birliyor, derliyor, toparlıyor, toplumu topyekün bir kalkışmanın, bir dirilişin ve yeniden varoluşun deveranına çekiyordu.

Cem düzeyi, birliği, dirliği, birleştirmeyi, bir araya getirmeyi; ayrı ayrı, bireysel ve kişisel seviyede beliren her şeyi toplamayı öngörür.

Cem, birlik demektir ve bir araya getirir, toplar. Gemuhluoğlu, baktığı her pencereden ayrı bir resim gören, renkleri ayrı ayrı fark edebilen, onların bir araya geldiğinde nasıl bir ahenk oluşturabileceğini hisseden muazzam bir bakışa, bir vizyona sahipti.

Geleneksel ve kadim bilgeliğimizin modernleşme karşısında ne türden bir sorun yaşadığının farkındaydı. Pörsüyen, eskiyen ve çürüyen yanlarımızı temizlemenin, o soylu ve bereketli gövdeyi yeniden aşılamanın derdindeydi. Nerede kim varsa, hangi değer, nereye, nasıl gizlenmişse, hemen onun peşine düşüyor, oluşturduğu burs havuzuna koşanları sarraf gibi tartıyor, fark ettiği değeri güçlendirmek, parlatmak, görünür kılmak, manevi bakımdan beslemek, ülkeyi ve dünyayı kavrama, soru(n)ları belirleme ve muhtemel çözüm yollarını araştırma cehdine koyulma yönünde ölümcül bir çaba ile koşuşturuyordu.

Kısa fakat bereketli ömrüne sığanlara bakılacak olursa, Gemuhluoğlu’nun, bir irfan ve aşk adamı olarak, ülkesinin ve dünyanın geleceğine yönelik umutlarının ve öngörülerinin ne kadar büyük ve bu büyüklüğün gerektirdiği çabaların ise ne denli yorucu olduğu görülecektir.

Gemuhluoğlu, şehirli insan tipinin yeniden ortaya çıkması için de çok çaba sarfetmiştir. Bir ülkeyi çekip çevirenlerin, kültürel ve siyasal seçkinler olduğunu biliyordu. Bu seçkinlerin yetişmesi için aşk ve şevkle çalıştı.



Sadakaların en büyüğü, insanın bizatihi kendini tasadduk etmesidir.

Gemuhluoğlu, kendini adamış bir kahramandı.
Nuri Pakdil’in Bağlanma’sında bu, içerden bir dille, adım adım anlatılmıştır.

Kendisiyle temas kuran, kendisinin doğrudan veya dolaylı temas kurduğu her seçkinde Gemuhluoğlu’nun aziz bir hatırası, bir izi, bir katkısı ve hakkı vardır.
İnsanları güzelliğe, iyiliğe ve gerçekliğe yönelten bir uyarısı vardır.

O, kelimenin tam anlamıyla bir hakikat nidacısı, bir gerçeklik uyarıcısıdır.

Bu ayrı ayrı ve kesintisiz çabaları, medeniyetimizin yeniden canlanması ve inşası amacına yöneliktir.
Modernleşme süreçlerinin ürettiği soru(n)lara cevap verebilme iktidarına sahip seçkinler marifetiyle bu inşanın gerçekleşeceğini çok iyi biliyordu.

Oğuz Atay’ın ‘kapıkulu’ diye nitelediği, Sabri Ülgener, İdris Küçükömer, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör gibi sosyalbilimcilerin zihniyet bağlamında eleştirdiği devşirme elitlerin ‘bu ülke’yi, modernleşme sürecinde ne türden bir uçuruma sürüklemiş olduklarını görmüştü. Konuşmasında böylesi seçkinleri çözümlerken şöyle diyordu : “(…)Bu Osmanoğlu’na çok ihanet edilmiş. Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak istemişler. Niye Al-i Midhat olma¬sın? demiş. Âl-i Midhat olsun, diyen Rumelihisarı’ndan bir misyonun, hem de bir Bektaşi tekkesi top¬rağından, ama Türklerin girdiği yerden şehre gir¬mesini istemiş, bayrağa haç koymuş. (…) Büyük Reşit Paşa’dan, Âl-i Mithat’ı yap¬mak isteyen Mithat Paşa’dan Karbonari cemiyetleri¬nin ilk nizamnamelerini tercüme eden Ziya Paşa’dan, oğlu Ali Ethem beyi sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamid Hân’dan, Hân-ı Mahlû’dan atıyye tale¬binde bulunan, hürriyet kahramanı zannedilen, hâlâ mekteblerin, Edebiyat Fakülteleri’nin hocaları bura¬da, Edebiyat Fakülteleri’nin resmî devlet şairi olan Namık Kemal ve Fikret’i şimdi anlatmak isterim size, Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevatı, vezât-ı kiram demiyorum, zevatı, zevât-ı menhûse de demi¬yorum, süfli yoktur, onlar da küfür vazifelerini yap¬mışlardır, bilemezseniz tarihe de dost olamazsınız. Ali Suavi kendisine, yanına, koynuna verilen kadın¬la birlikte ajandır. Prens Sebahattin Ermeni komita¬cıları ile Paris toplantıları yapan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu olan, bir sultanın çocuğu olan, yani eski Türk ahlâkına göre, töresine göre yabgu ancak olan ama kendisini prens olarak takdim eden Prens Sebahattin’in yani siyans sosyali getir¬mek isteyen Prens Sebahattin’in de Katolik kilisesi¬nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır. Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır. Eski Jön Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında ihanet bakımından çok büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için, tarihe dost olamadığımız için, tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilim ile ilimlenmediğimiz için, talib olmadığımız için ilme ve irfana, ta¬rihe de tarih fikrine de dost değiliz. (…)” Bu ağır eleştiri, Osmanlı’nın nasıl ‘durdurulduğu’na ilişkin bir belirlemeden sonra gelir.

Gemuhluoğlu, Osmanlı’ya, kutsal ödevin Allah tarafından verilmiş olduğunu, bu görevin ancak O’nun tarafından kaldırabileceğini söyler. Buna ilişkin bir belirtinin de olmadığını ekler. Osmanlı medeniyeti nasıl gerek kendi iç şartları, gerekse iç şartları ile dünya şartları arasındaki uyumsuzluklar sonucu yavaşlamış ve durmuşsa, aynı şekilde yepyeni bir ruh hamlesiyle yeniden hareketlenecektir.
Bunu sağlayacak olanlar ise, Gemuhluoğlu’nun, özü mayalansın diye çaba gösterdiği ve ‘yol evladı’ olarak nitelediği ‘yeni aydın’lardır. O’nun tarifi ile bu yeni seçkinler ancak Anadolu’yu yüzyıllardır mayalamakta olan ve Kamil İnsan’ın gönlünden gelen ‘kelam’dır.

Fethi Gemuhluoğlu, “ (…) İnsanlar hâl-i cimadan doğmu¬yorlar. İnsanları gönül döllüyor, gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı” olmuyor.

Tasavvufta “yol oğlu” olmak, “bel oğlu” olmaktan “yol evlâdı” olmak, “bel evlâdı” olmaktan onun için mukaddemdir. (…)” derken, bize, Anadolu’da kelam içinde mayalanan gönül erlerini kasteder.

Merkezde yetkin insan’ın olduğu, onun pek çok niteliğinin filizlendiği diğer erenlerle birlikte bir ‘gönül erleri medeniyeti’ni ima eder.

Yola girmek, yolda olmak ve yolun esaslarıyla donanmış bir halde bulunmak, özü itibariyle, ilhamını ‘cümle varlığın birliği ve kardeşliği’ ilkesinden alır. Bu kozmik birlik ilkesi, ‘yol evladı’ olmayı öngörür. ‘Cümle varlıktan geçen ve yokluğa, hiçliğe kanat açan’ bu yolcuların okuması, öğrenmesi, donanması için takatinin üstünde bir gayretle koşuşturmuştur Gemuhluoğlu.

Onlar, yeni medeniyetimizin inşasını omuzlayacak olanlardır.

Medeniyeti oluşturan unsurların her birinde, edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebruda, tezhipte, mimaride, tekniğe ilişkin alanlarda, bilgelikle beslenerek varlık gösterecek olan öncülerdir.

Gemuhluoğlu, böylesi bir kuşağın gürbüzleşmesinin peşinde idi. Bunu dava edinmiş, bu yolda toprak olmuş, o yeteneklere adeta saksılık etmeyi onur bilmişti.
Bir Bilge’nin dediği gibi, ‘imanın elmas tacı alnında, imanla sultan olmuş’ insanların ortaya çıkmasını dert edinmişti.

Doğu-Batı sorunsalını, modernleşme dönemi algısının dışında farklı bir bağlama çekmişti. Doğu’lu insanın önemli bir niteliğini anarken söylediği, ‘Doğu insanı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada sevinilecek ve yerinilecek bir şey yoktur’ deyişi bundandır.

Bu, ‘kabz ve bast’ halinin ötesinde bir düzeydir ki, bu algı seviyesindeki insan, kozmik birlik ilkesine bağlıdır. Yerinmenin ve sevinmenin ötesindeki hal, sadece Allah’a özgüdür.

Nitekim Ahmed Amiş Efendi Hazretleri bir gün bunu söyleyince, bir dervişi, ‘aman efendim bu Uluhiyet mertebesidir’ demiş ve şu cevabı almıştı : ‘Tabii ki…’
Görünen gerçekliği de kuşatan, bütün aşkınlıkları aşan bir Hakikat…Fethi Gemuhluoğlu, böylesi bir algı düzeyinden, son derece kuşatıcı bir yerden bakıyor, ‘dölleyici kelam’ın içinden konuşuyordu.

Bu, başka bir ifadesiyle, ‘Anadolu’yu mayalayan kelam’dır.
Gemuhluoğlu’nu cihanşümul kılan budur.

O dölleyen ve mayalayan kelama bağlılıktır, onun içinde olmak, mayalanmak ve mayalamak…Kutsal gelenekle bağları örselenmiş kuşakları yeniden o muazzam dünya ile buluşturmak…Medeniyetin yeniden inşası, öncelikle gayr-ı ahlaki hale gelmiş olan zeminin arındırılması ile mümkün olabilecektir.

Dostluk Üzerine’de beni en çok etkileyen tasvir, Yaşar Kemal’e ilişkin olanıdır. Şöyle der : “Tabiî insan fikre dost olunca tarihe, coğrafyaya, or¬mana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fa¬kültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürü¬yorlar bu stepte! Bu bozkır Anadolu’da. Peygamber-i Ekber bir hadis-i nebevilerinde fem-i saadetlerin¬den buyuruyorlar ki “Kıyamet alâmetleri belirse, kı¬yamet ân meselesi haline gelse elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyamete ha¬zırlanınız!” Orman, orman için, ormana destan düz¬mek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı kutsallaştırmak için, ağacı Orman Fakül¬telerinin üstünde, Orman Fakültelerinin estetiğini vermek için, Orman Fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadis-i nebevîden hareket etmek kâfidir.”

Türk kültürünün aşırı biçimde politize olduğu özellikle, bindokuzyüzaltmışlı yıllardan itibaren siyasette bir tür kireçleşmeye yol açan sağ-sol kutuplaşmasına dayalı yapıyı parçalayan bir yaklaşımdır bu. Yaşar Kemal’i böylesi bir resmin içinden okumak Gemuhluoğlu gibi, Halveti gelenekten gelen bir yüce gönüllüye özgü olabilir.

Bu, aynı zamanda, insanın doğayla ilişkisinin ahlaki boyutunu da temellendirmektedir.

Sağ-sol ekseninin yerini merkez-çevre eksenine terk ettiği doksanlı yıllarda, idrakimize giydirilen deli gömleklerinden kurtulmaya başladık. Bu süreci yıllar önce görebilen bir vizyoner olarak Gemuhluoğlu, bu toprakların asli değerlerini keşfetme yeteneğine sahipti.

Bu keşfin bize bıraktığı en değerli miras, meta hikayemizin aynı olduğuna ilişkin son yıllarda giderek daha çok yaygınlaşan düşüncedir. Yüzyıllar önce kelamla mayalanmış olan bu topraklarda uç veren her değerin, bu büyük hikaye içinde ayrı bir önemi vardır.

Doğayı oluşturan bütün varlıklar, yetkin insanın parçalarıdır. İnsanın ötekiyle ünsiyeti ve dostluğu, ancak böylesi bir muhabbet ve merhamet içinden gerçekleşebilir.
Tarihsel coğrafyamıza, hafızamızı oluşturan iklimlere böylesi bir perspektiften baktığımızda ne görürüz : “Size, coğrafyaya da dost olamadığımız için Anadolu beylerbeyliğini de artık çok gö¬rüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın mülkünü partici¬lik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eski¬den valiyi gönderdiğiniz yerlere şimdi sefir-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdat valilerinden Süleyman Nafiz Bey. Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Bey¬rut valilerinden Nureddin Bey, bıraktığımız Beyrut’u görüyorsunuz! Bıraktığımız Lübnan ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydan¬da: Fitnenin evveli Şam, âhırı Şam, görüyorsunuz! Se¬fir gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendi¬nize de dostluğunuz yok!”

Bu, daima ‘büyük rüya gören’ bir insanın bakışıdır.
Bu, ‘aah! Bugün alnı secdeli üç genç adam geldi… Türkiye’nin istikbalinden eminim artık… Bu Anadolu tarlası, bu bitmeyen Osmanlı hasadı…’ diyen bir ruhun çığlığıdır.
Bu, yanında Nuri Pakdil, Hacı Bayram’a doğru yürürken, o ‘direnç yüklü sesiyle, ‘Ortadoğu’ya doğru yürüyoruz, değil mi?’ diyen bir kalbin yüküdür.

Bu, ‘akıl, sofrada yemek yerken üzerinize yemek dökmemek içindir, maneviyatta teslimiyet esastır’ diyen bir bilgeliğin zenginliğidir.

Bugün, bu topraklarda yaşayan bizler, o ‘büyük rüya’ya yeniden kavuşuyoruz.

Gemuhluoğlu’nun zihin haritamızda yaptığı devrimin farkına tekrar varıyoruz.

Medeniyetimizin yeniden inşası sürecinde son derece kritik bir süreçten geçiyoruz.

Bu süreçte, Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘fethedici’, kapıları açıcı vizyonuna daha çok ihtiyacımız var.

Bilindiği üzre, Efendimiz, Başak Burcunun, ikindi vaktinin, vaktin sonunun sahibidir, lakin cevamiü’l-kelim olarak, bütün kutsal öğretilerin anası, kaynağı, başla sonu bitiştiren, cem makamında bir kişiliktir. O’nunla birlikte vahiy sona ermiş, vahyin gölgesinde, saf ve katışıksız ilham dışında ilke koyucu emir devri kapanmıştır. Fakat, O’nun Hakikati devam etmektedir. İslam’da, deyim yerindeyse ‘kutsal metin sorunu’ yoktur; sorun, metnin nasıl anlaşılacağıdır. Tam da burada, kutsal kitap ile aramızdaki anlama sorununu giderecek yorumculara, tecdit edici, bir tür yapısökümcülere ihtiyaç vardır. İşte, Efendimiz’in kamil varisi olan bilgeler, böylesi bir ödev yüklenir, Hakikat’le aramızdaki engelleri ortadan kaldırırlar. Gemuhluoğlu, içinden geldiği irfani geleneğin büyük bilgeleri gibi, Hakikatle aramızdaki perdeleri saydamlaştıran bir nidacıdır. Yesi geleneğinin ‘halka hizmet Hakka hizmet’ ilkesi, O’nda kusursuz biçimde işlemiştir. Buradaki ‘halk’, genel anlamıyla, bütün insanlık alemi olarak da okunabilir, insanlığı temsil eden kamil insan olarak da. Öztürk’ün söz ettiği, ‘dölleyici kelam’ın bizatihi taşıyıcısı, hizmetkarı ve tecelli mahalli olarak yetkin insan…

Gemuhluoğlu, Hz. Pir’in ifade ettikleri üzre, bir ayağı Hakikat’e bağlı, diğer ayağıyla bütün alemleri dolaşan bir sırrın, modern zamanlardaki en göz kamaştırıcı tecellilerindendir.

Fethi Gemuhluoğlu, yıllar önce, modernlikle nasıl baş edebileceğimizin yollarını göstermiş,
bize bazı dostluk hikâyeleri anlatmıştı:

‘Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatin ta kendisidir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr'dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır.

Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû Bekir'i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.’

Bu hikâye, bizim meta-hikâyemizden alınmadır.
Fethi Gemuhluoğlu, medeniyetimizi yeniden kuracak olan yeni seçkinlere, o tarihsel konuşmasında önemli bir uyarıda bulunmuştu : ‘Maktul olun, katil olmayın…’

Şöyle diyordu : ‘Beyefendiler, kan dökücü olmayın. Maktul olun, katil olmayın. Mazlum olun, zâlim olmayın. Bize kassâb olmak, sayyâd (avcı) olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz. Dellâklar vücudumuzdaki kiri önümüze koyorlar, Allah’ın Settaru’l-uyûb (ayıpları, kusurları örtücü) vasfını rencide eder¬ler. Dellâllar iki kişinin mabeyninde (arasında) bir kişiyi iltizâm (tercih etmek, seçmek) etmek durumunda kalırlar. Tellâl olmayın, dellâl ol¬mayın, dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-insaf (insafsız, merhametsiz avcı) olmayın. Bazı mesleklerin de, mesleklere sülük da, onlara düşmanlık ilân edilmemiş, cemiyette on¬ların da bir fonksiyonu var, cemiyet onları da bu edebin dışında olanlara bırakmış yahut bunu bilme¬yenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl dolayısıyla, makamı af’tadır. Cehl bir nevi sebeb-i aftır. Seyr-i sülûkda cehl makâm-ı mazaret değildir. O orada mazaret olarak beyan edilemez. Bir mazaret sebebi değildir. Bir mecburiyet sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere sülük edemezsiniz, bazı meslekler de dost meslekler değildir.’

Bu öğüt de kaynağını, demincek sözünü ettiğim cihanşümul birlik ilkesinden, cümle varlığın birliği ve kardeşliği ilkesinden alır.

Yetkin insanın kim olduğuna ilişkin sorunun cevabını, bize, modern zamanlarda en güzel biçimde verenlerin başında Kenan Rıfai gelir. Kendisine bilgelik nedir diye sorulduğunda şöyle demiştir : ‘İncinmemek ve incitmemektir.’ İncitmemek belki biraz daha kolaydır ama incinmemek oldukça zordur. Yetkin insan ne inciten ne incinendir. Çünkü o, varlığın, varoluşun yeryüzünde en seçkin temsilcisidir. Dünyada adalet ve merhameti koruma isteği onda kemalini bulur. Dünyanın hakikatini o yansıtır ve korur. Yetkin insana dünyanın sütunu, direği denmesi bundandır. O, arzı tutan dağlara benzer. Bu anlamda, bilgeler, dünyayı ve içinde yaşayanların hukukunu korumakla yükümlüdür. Yeryüzünün her karışında adalet gerçekleşmedikçe onların ödevi bitmez.
Peki bunu nasıl gerçekleştirirler?

Sezai Karakoç, yetkin insanı tanımlarken, ‘Allah’a teslim olan, eşyayı teslim alır’ der.

Demek ki işin sırrı, teslimiyettedir.

Zaten İslam, teslim olmak, selim kalbe sahib olmak değil midir? Selam, O’nun sonsuz ve mutlak isimlerinden değil midir? Selam, barış, esenlik ve huzur değil midir?
İslam, insan ile Allah arasında bir vuslattır. İnsan, insan olarak, yani yaratılmış ve kul olarak…Allah, Allah olarak, yaratan ve Kendisine kulluk edilen olarak…Bu vuslatın gözkamaştırıcı güzellikleri hep adalet ve merhametle gerçekleşir.

Gemuhluoğlu, medeniyetimizin bu sütun üzerinden yükseldiğini, yükseleceğini en iyi bilenlerdendir. Bu yüzden, kasap olmayın, katil olmayın, maktul olun ama katil olmayın, avcı olmayın, insansıf ve merhametsiz olmayın der.

Şairin dediği gibi, ‘kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır’ ve bu çınar, bizim Osmanlı medeniyetimizin de, şehirlerin de kalbinde, toplumsal yaşamın merkezi olan camilerimizin avlusunda, caddelerde, sokaklarda, kervansarayların önünde yüzyıllardır yükselmektedir.
Evet, merhamet gerçekten de bir çınardır. Kökleri toprağın derinliklerine doğru yayılmakta, inmekte, dalları göğe doğru yükselmektedir.

Yerle göğü birleştiren bu muazzez ağaç merhamettir.

Şevk kavramı, Gemuhluoğlu’nun sözlüğünde geleneksel bilgeliğe uygun biçimde yerini almıştır. ‘Günahlarınız bile şevk içinde olsun’ derken, günaha değil, şevke vurgu yapar. Hayalleriniz, düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün. Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insanlığın büyük rüyasıdır.

Şevk, başarıyı kendinden bilmemektir.

Bilgeler şöyle der : ‘Muhabbet, kuşun uçmasıdır. Aşk, kanadı kırılırcasına uçmasıdır. Şevk ise, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya devam etmesidir… Çünkü kanadı kırılan kuş bilir ki, menzile varması, kendinden değildir.’
Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir…Bu, bizim modern zamanlarda yitirdiğimiz o büyük amacı ima eder.

Büyük rüya görmek, bizim küçük himmetimizi de aşan ve kuşatan bir sırrın sevdalısı olmaktır.
Şevk, yerinmenin ve sevinmenin ötesine taşınmaktır.
Medeniyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir.

Bizim, modern zamanlarda yitirdiğimiz de budur.

Gemuhluoğlu, bu büyük sırrın peşindeydi. Bizi, insanlığımızın yüksek hakikatine yakışır bir konuma taşımanın derdindeydi. Yitirdiğimiz amacı, o büyük rüyayı anlatıyordu.

Bunu ise, ‘ezel-ebed’ fikriyle ilham ediyordu : ‘Bir yerde diyeceğim ki ölüme de dost olunuz! Âhiret dünyada başladığına göre, dünya ve âhiret tefriki bizim izafî değerlerimiz olduğuna göre, biz onu, dünya ve âhireti kendimiz tefrik ettiğimize gö¬re, haddi zâtında kendisi bir olduğuna göre, bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve yaşama diye iki ayrı şey olmadığına göre, ezel ve ebed beraberliği, tevhidi ol¬duğuna göre, o zaman nasıl kendimize dost olmak mecburiyetinde isek ölüme de dost olmak mecburiyetindeyiz.’

Ezel ve ebedin bir olduğunu insan ancak, cem düzeyinde, mutlak birlik düşüncesinde idrak edebilir.

Bizim yeniden kurulmakta olan medeniyetimizin temeli birlik ilkesindedir. Bu ilkenin kaynağı ise aşktır.

Gemuhluoğlu’nun, Türk Petrol Vakfı’a burs almaya gelenlere ‘hiç aşık oldun mu?’ diye sorması bundandır.

Kalbinde aşkı tatmamış, aşık olmamış bir insanın insanlığa hayrı dokunacak bir ruh zenginliğine ermesini mümkün görmez.

‘Hiç aşık oldunuz mu? Bir dağ başında, bir ağaçla başbaşa kalsam, o ağaca aşık olurdum’ diyen bir gönül eridir O. İyi bilir ki, ‘aşk gelicek cümle noksanlıklar tamam olur…’
İlim, irfan ve aşk…Efendimiz’in Hakikat’i bu üç sırdan oluşmaktadır. İnsan, insanlığını bu üç sırrın kemaliyle bulur. Medeniyet bu üç sütun üzerinde yükselir. İlim, insanın insanlığını bilmesine ve kendine yaraşır biçimde yaşamasına yol açacak imkanları hazırlar. İrfan, Allah’ın sonsuz ve mutlak hakikatinin tadılmasıdır.

Aşk ise, benliğin terki, kişisel sınırların aşılması, parçanın bütüne kavuşmasıdır. Bu, damlanın denize düşmesi ve o büyük sırda yitip gitmesidir. Büyük bilge Harakani şöyle der : ‘Derviş, yuvasından yavrularına yiyecek bulma umuduyla ayrılan, yiyecek bulamayan, yolunu yitiren ve bir daha yuvasına dönemeyen kuşa benzer…’ Bu, varlık ve benlik iddiasının terkidir. Böylesi bir varoluş sırrı gerçekleşmedikçe durdurulmuş bir medeniyetin yeniden ihyası mümkün olmaz. Bir buz parçası hükmünde olan benliğimizi, hakikatin Kevser havuzuna atıp eritmedikçe, dünya insanlık için bir esenlik yurdu haline gelemez. Teslim olmak, çabamızı himmete katmak, ilme, irfana ve aşka talip olmak...sır buradadır. Gemuhluoğlu’nun öğüdü ise : ‘Her şeyi O bilir ve O takdir eder, biz makam-ı hayretteyiz, ancak teslim oluruz’dur.

Fethi Gemuhluoğlu, bu toprakların binlerce yıllık meta hikayesinin modern zamanlarda maruz kaldığı değişimin dinamiklerini bildiğinden, bu dönüşümün çekim kutbunu tersine çevirebilecek kadroların yetişmesi yönünde ciddi gayretlerde bulunuyordu. Aydın Bolak’ın katkısıyla oluşturulan Türk Petrol Vakfı’nın burs imkanlarını bu yönde kullanması, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine, ‘sizin hizmetinizdeyim’ biçiminde seslenmesi, onları akademik çalışmalara özendirmesi bu amaca hizmet ediyordu.

Diğer yandan ülkenin siyasal ve toplumsal yaşamıyla da doğrudan ilgiliydi.

1968 yılında Başbakan Demirel’e, bir Kürt Enstitüsü’nün oluşturulması yönünde rapor sunması bu bağlamda son derece önemlidir. Bugün Kürt sorununun evrildiği noktada, kırkbir yıl önce yaptığı uyarının ne denli yerinde olduğu apaçık ortadadır.

Gemuhluoğlu, siyasal, kültürel ve ekonomik seçkinlerle ilişkilerinde onları ülke hayrına işlere yöneltmesiyle de dikkatleri çeker.

Kuşkusuz bütün bu çabaların ardında Halveti bilgeliğinin zengin birikimi yatmaktadır.

Hakikatin bizim coğrafyamızdaki en zengin damarı olan bu gelenek, Niyazi Mısri gibi parlak yıldızların ışıl ışıl gezindiği bir irfan sofrasıdır. Geleneğin yüzyılımızdaki büyük bilgesi Hoca Ahmed Tahir Memiş Efendi hazretleri’nin beyanıyla, ‘aşk gönlü istila edince nefis ölür.’ Nefsin ölmesi, ruhun dirilişidir. İklime can veren, ruhtur. Gerçek kurban, nefsini Hak için ifna etmek, kurban etmektir. Kurban, kurb kökünden gelir, yakınlık ifade eder. İlahi Merkez’e, insan benlik iddiasından vazgeçerek yakınlaşabilir.

Gemuhluoğlu’nun feyiz aldığı Mustafa Özeren Efendi Hazretleri, son Fatih sertürbedarı Büyük Aziz Ahmed Amiş Efendi ve Kuşadalı İbrahim Efendi Hazretlerinin kılavuzluk ettiği Halvetiliğin Şabaniyye kolunun parlak yıldızlarındandır. Gemuhluoğlu’nu hazırlayan manevi şartları, bu gürbüz gelenek beslemiştir. Adını andığımız zatlar, kendi dönemlerinin manevi çekim merkezidirler.
İrfan, Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin buyurduğu üzre, ‘göğüsten göğse geçen’ bir sırdır. Mürşidin gönlünden, kendisine yakınlaştırılan dervişinin gönlüne düşen sır…O, tıpkı manevi bir döllenme gibi, dervişin kalbinde bir gönül çocuğu doğurur. Onun gıdası muhabbettir. O çocuk sevgiyle büyür ve bütün bedeni kuşatır, bir gün gelir derviş de aradan çıkar, sadece o kalır.

İşte o gönüldeki çocuktur ki, çocukluğun büyüklüğünü bir ömür boyunca korumayı nasib eder. Eşyaya o gözle baktırır. Adalet, merhamet, dikkat, teyakkuz, hayra teşvik ve zulme başkaldırıyı sağlar.

Gemuhluoğlu, büyük bir manevi kılavuzun imbiğinden geçmiş, O’ndan, Allah’a, Resul’üne ve ehl-i beytine muhabbeti öğrenmişti. İmanında sabit, ahdinde kaim olmanın değerini kavramıştı. Hasbi ve fahri olarak halka hizmet ilkesini almıştı. Cömertliğin Peygamber sırrı olduğunu fark ederek insanlara sürekli yardım elini uzatmıştı. En önemlisi, toprak gibi mütevazi olmanın ölçülemez kıymetinin tadına varmıştı.

Bu büyük bilgeden öğreniyoruz :

“Beni Kureyş’ten biri, bir defasında Evlad-ı Resul’den birisi zulüm ve itisafa maruz kalınca Kayı aşiretine sığındı. Zamanın geçmesiyle onlara baş oldu. Fakat kendileri bilmez…”

Yine öğreniyoruz ki : “dahilde muhtar, hariçte müttehid, hükumat-ı müttehide-i İslamiyye tahakkuk edecektir…”
Mustafa Özeren Efendi hazretlerinin bize bıraktığı mirasın en güzel örneklerinin başında Fethi Gemuhluoğlu gelir.
O’nun, bugünün Türkiye’sinin manevi, toplumsal ve siyasal hayatının yeni aktörlerinin yetişmesinde büyük emeği vardır.
Medeniyetimizin yeniden inşası için sözü ve çabası olan herkes bunun canlı tanığıdır.

Gemuhluoğlu gibi dervişler, vizyoner bakışları ile, geleceğin nasıl bir fotoğraf sunduğunu görürler.
O’nun, yetmişli yılların ilk yarısında bize verdiği bugüne ilişkin müjdeler birer birer gerçekleşiyor.

Umulur ki, durdurulmuş olan medeniyetimizin hareketlenmekte olduğu bugünlerin seçkinleri, üzerlerindeki hakkı hatırlasın, O’nu, ahde vefanın gereğinden olmak üzere sevgiyle ansın, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini bir an bile unutmasın.


YORUM YAZ
Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.