ÖNE ÇIKANLAR :
KÜLTÜR-SANATTÜMÜ
  • GÜNCELLEME: 13 Temmuz 2013 Cumartesi 14:41

Marmara İletişim’de bir ilk daha

Marmara İletişimde bir ilk daha

Marmara İletişim ilk kez e-sinema dergisi sinemarmara’yı okuyucularıyla buluşturdu.


Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin araştırma ve uygulama birimi olarak faaliyetlerini sürdüren Marmara Medya Merkezi (MMM), elektronik bir sinema dergisi ile yayıncılık ağını genişletiyor.

Akademi ile kampus-dışı alanlardaki birikimleri bir araya getirmeyi hedefleyen ve öğrencilerin de aktif olarak yer alacağı e-dergi, MMM’nin sinema birimi olan Marmara Sinema Topluluğu’nun (MST) koordinesinde üç ayda bir okurlarının karşısına çıkmayı hedefliyor. Böylelikle hem akademik ve entelektüel uğraşlara hem sektörel üretimlere hem de bu alanlardan beslenen öğrencilere katkı sağlayacak bir bilgi paylaşım ve etkileşim platformu olabilecek.

Akademisyen ve öğrencilerin öncülüğünde kampus merkezli bir sinema dergisi olan ve sinema alanında farklı düzey ve mecralarda yer alan tüm aktörlerin birikimine de kapısını açık tutan ve onların da aktif katılımını önemseyen Sinemarmara, ilk sayısıyla okuyucusuyla buluşuyor.


Sinemarmara’nın İlk Sayısında Neler Var?

SİNEMA ÜZERİNE DÜŞÜNMEK:
Yusuf Kaplan: “Dilini Bulan Kendini Bulur.”
Derviş Zaim : “Sanatın Zembereği Ahlaktır.”

Sinemarmara’nın en önemli bölümlerinden birisi olan, iki uzmanı bir araya getirip karşılıklı bir tartışma ortamıyla ortaya çıkan düşünceleri okuyucuyla buluşturan Açıkoturum’un ilk konukları Derviş Zaim ve Yusuf Kaplan. Sinema Üzerine Düşünmek başlığıyla Açıktorum’da Yusuf Kaplan’ın , “Dilini Bulan Kendini Bulur” ve Derviş Zaim’n de “Sanatın Zembereği Ahlaktır” sözü öne çıkmış.

Marmara İletişim Fakültesi Sinema Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serpil Kırel, Film Seyrederken Kendimizi “Görmek” başlıklı yazısıyla kişisel tecrübesi üzerinden Türkiye’de sinemanın tarihsel gelişimini kuramı da göz ardı etmeden ele alıyor.

Marmara İletişim Fakültesi Genele Gazetecilik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Emre Bağce, Kurosawa’nın Düşler’i Gerçek mi Oluyor? başlıklı yazısıyla kendi ifadesiyle “aramak ve bulmak, hatırlamak ve unutmamak üzerine kurulu bir film” olan Akira Kurosowa’nın Düşler filmini analiz ediyor.

Türkiye’de sinema eğitimi, akademinin durumu ve sinema sektörüne damgasını vuran yönetmenler üzerinden Sinema Öğreniminin Öne Çıkan Meseleleri başlıklı yazısıyla Hasan Ramazan Yılmaz, üniversitelerimizin Türkiye’deki sinema pratiğinde varlık gösterip göstermediğini sorguluyor.

Sinemarmara’nın ilk sayısında öne çıkan bir başka içerik ise Marmara İletişim Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Şevki Işıklı’nın Halis Ekmekçi ile felsefi zeminde Matrix filmi üzerine yaptığı söyleşi.

Film analizleri bölümünde Ali Özgentürk’ün At filmi üzerinden Türk modernleşmesini ele alan Turgay Yerlikaya, kamu diplomasisi ve uluslararası ilişkiler bağlamında, En İyi Yönetmen Ödülü Oscar’ını almayı başaran ilk kadın yönetmen Kathryn Bigelow’un Zero Dark Thirty filmini ele alan Alparslan Akkuş ve tarihin sonu tezleri bağlamında Amerika’nın kurtarıcı rolünü işleyen bir dizi olarak Revulation’ı Ahmet Güven’in yazıları okunabilir.

Dünya Sineması bölümünde Yusuf Ziya Gökçek, Afrika Sinemasına Kısa Bir Bakış yazısıyla kıta sinemasını ele alırken, Musab Yılmaz sessiz bir isyan olarak değerlendirdiği Filistinli yönetmen Elya Süleyman’ın filmografisini kaleme alıyor.

Sinemarmara’nın dosya bölümünde ise bahar dönemi içinde Marmara Medya Merkezi’nde öğrencilerle buluşan Yönetmen Yeşim Ustaoğlu’nun filmleri analiz ediliyor. Mesut Bostan Bulutları Beklerken, Aylin Solakoğlu, Güneşe Yolculuk, Gurur Sönmez, Pandoranın Kutusu ve İzel Özten ise Araf filmlerinin analiziyle Yeşim Ustaoğlu’nun filmografisini değerlendiriyor.

Sinema kitaplığında ise Bahar Tügen, Sinemam ve Ben kitabıyla Türk Sinemasının Sultanı Türkan Şoray’ın kitabını değerlendiriyor.

AÇIKOTURUM’DAN BAZI ALINTILAR

SİNEMA ÜZERİNE DÜŞÜNMEK:
Yusuf Kaplan: “Dilini Bulan Kendini Bulur.”
Derviş Zaim : “Sanatın Zembereği Ahlaktır.”

YUSUF KAPLAN :

Sinema Dışarıdan Gelen Bir Form, Anlamakta Zorlanıyoruz.

Türkiye’de sinemanın anlaşılması konusunda bir sorun yaşandığını ve bunun da daha çok, bizim yaşadığımız travmatik tecrübeden kaynaklandığını düşünüyorum. Yaklaşık 200 yıldır yaşadığımız bir medeniyet krizi var. Bunu ontolojik kopuş ve epistemolojik kırılma diye tarif ediyorum. Yani bu kırılma ve kopuş aslında bizim hem kendimizle olan ilişkimizin hem de bizim dışımızdaki dünya ile olan ilişkimizi problemleştirdiğini düşünüyorum. Özellikle hem teorik olarak hem de pratik olarak çağdaş dünyayı kuran Batı ile Batı uygarlığıyla, kültürüyle ve bütün ürünleriyle ilişkimizi problemleştirdiğini düşünüyorum. Yani burada bir algılama sorunu çıktı. Hem kendimizi algılamada bir sorun cıktı hem de Batıyı algılamada bir sorun cıktı. Platonik bir aşk-nefret ilişkisi şeklinde gelişti. Bu çerçevede sinemayı bir form olarak düşünecek olursak, bu tür medeniyet krizleri zamanlarında normlarla ilgili yaşanan temel sorunu düşünce tarihi kapsamında ifadelendirebiliriz. Ayrıca şöyle bir sorun var: sinema dışarıdan gelen bir form; başka bir auradan, başka bir habitustan, Batı uygarlığından gelen bir form. Yani dolayısıyla dışarıdan gelen bir formu anlamakta zorlanıyoruz.

Türk Sinemasında gerçekçilikten çok gerçeklik sorunu var

Filme baktığınızda bütün ifade biçimlerinin bütün sanat biçimlerinin bütün düşünme biçimlerinin aynı zamanda sinemaya, birlikte belirli bir soyutlama süzgecinden geçirilerek başka bir şeye dönüştüğüne tanık oluyoruz. Buradan şöyle bir şey çıkıyor: sinema hem bir biliş biçimi, hem bir oluş biçimi hem de bir varoluş biçimi aynı zamanda. Şimdi bunun ötesinde yani gerçekçilik sorunu, hayata dolayısıyla sokağa bir şekilde yönleniyor olması kaçınılmaz bir şey. Sokağa hangi perspektifle yönelecek, nasıl bakacak, durduğunuz yer, gördüğünüz şeyleri nasıl görecek? Biz klasik Hollywood’un klasik konvansiyonlarını kullanırsak, gördüğümüz şey dolayısıyla klasik Hollywood’un ya da modern Avrupa sanat sinemalarının konvansiyonlarıdır, bakış açılarıdır. Burada aslında gerçekçilikten çok gerçeklik sorunu var. Bu gerçeklik algısı, meselenin biraz da püf noktasını oluşturuyor. Yani Tanrı fikri, nedir, evren fikri nedir, insan fikri nedir? Bunun ilişkileri nedir?

Kamera İnsana Yöneltilmiş Silah

Bizim yönetmen olarak veya oyuncu olarak araçla ilişkimiz biraz gerçeklik algımızla ilgili bir şey. Klasik Hollywood tam da bu anlamıyla Aristocu dram geleneğinin konvansiyonlarını kullanıyor. Orada antroposentrik yani insan merkezli dünya var. Tam da insan her şeyin ölçüsü olması hikayesi, Heidegger’in kameranın izleyiciye yöneltilmiş silah olması hikayesi burada örtüşüyor. Dolayısıyla gerçekçilik meselesi bizim, hayatın gerçeklerini nasıl gördüğümüz meselesini bir şekilde belirleyecek bir gerçeklik algısıyla alakalıdır. Bizde antroposentrik değil. Şöyle bitireyim: Godard’da veya başka klasik sinemanın dışındaki akım ve yönetmenlerde gördüğümüz şey şu: Birincisi sinemanın besleneceği bir kaynak olması gerekir, yani sinema, sinema olmadan önce bambaşka bir şeydir, ekstra sinema diskursu diyorum. Bu, yerellik evrensellik tuzağı değil. Bu beslendiğin kaynakların deruni olmasından kaynaklanıyor, ne kadar derin nefes alırsanız o kadar derin üflersiniz meselesidir. Türkiye’de sinemacıların üzerinde, romancıların, sanatçıların, felsefecilerin üzerinde kafa yorması gereken bir sorun.

Türkiye’de akademinin yatacağı yer yok.

Türkiye’de akademinin yatacağı yer yok. Resmen işi sektöre adam yetiştirmeye döktüler. Aslında kapitalizmin mantığı üniversitenin üretme biçimlerini de belirliyor. Türkiye’de üniversitenin varlığından bahsetmek ciddi bir yanılgıdır. Bu anlamda üniversite yok Türkiye’de. Film akademisinde şöyle bir sıkıntı var. Film teorileri, film tarihi, film estetiği okutuluyor ama bunlar hep “absent signifier” (boş gösteren) üzerinden okunuyor. Bir şey ithal edilerek söz söylenemez. Onun içselleştirilmesi lazım. Biz niye Türkiye’de film teorisi geliştiremiyoruz? Çünkü düşünce yok, Çağdaş Türk düşüncesi dediğimiz bir şey yok. Bizim düşünce gelişimiyle bir ilişkimiz yok. Yani biz İbn-i Arabi’yi anlayacak durumda değiliz. Farabi’yi, arkasından Gazali’yi, Fuzuli’yi, Itri’yi, Yunus’u, Mevlana’yı hiç birini bilmiyoruz biz. Bunları tanımadığımız, kendimizi tanımadığımız sürece dünyayı tanıyamayız.

Türkiye’de Ciddi Bir Sinema Kurumuna İhtiyaç Var

Türkiye’de bir başıboşluk ve başıbozukluk var. Yani bizim yaşadığımız travmanın sonucudur bu. Kültür politikası yok. Batıda, özellikle Avrupa’da Amerika’da ticari sinema almış başını gidiyor. Devletin bu işlerden elini eteğini çekmesi gerektiğini düşünüyorum, gölge etmesin başka ihsan istemez diye bir şey söylüyorum ama bir de paradoksal bir şey var: Türkiye’de ciddi bir sinema kurumunun kurulmasına ihtiyaç var. Yani tıpkı BFI (İngiliz Film Enstitüsü) gibi.

Organik değil de inorganik bir kurumsal yapı; sinemanın, iletişimin, TV’nin sorunlarını
çözmeye yönelik, sektörün akademinin insanlarıyla oluşturulmuş bir kurumsal yapı. Türkiye’de ciddi bir sinema kurumuna ihtiyaç var.

Kültürsüz Bir Kamu İdaresi Var.

Kültür Bakanlığı’nın verdiği destek çok komik bir şey, yani biraz nefes almasını sağlıyor ama bence yapması gereken bu değildir. Kültür politikası yok. Kültürsüz bir hükümet var, kamu idaresi var. Tiyatroları yıkmakla olmaz. Sevmediğin insanlara tavır almakla olmaz. Bu çok çirkin bir şey. Sen ne yapıyorsun önemli olan bu. Sen hangi işle çıkıyorsun karşılarına. Ciddi bir kültür politikası eksikliği var. 

İki Yol: Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim

Bu ülkenin sanatsal ifade biçimlerinden, estetik formlarından, başka sanat türlerinden ve hayat dünyalarından, ortaya konan ifade biçimlerinden beslenerek sinemanın nasıl yapıldığı sorusunun izini iki yerden sürdüğünü söyleyebiliriz. Birincisi Semih Kaplanoğlu, ikincisi Derviş Zam’dir.

İran sinemasında festivale film yapma tutkusu var, bunun kesinlikle kabul ediyorum, fakat şöyle bir şey var: İran’da süren şiir geleneği var, edebiyat geleneği ve bir düşünce geleneği var. Yani bizim serüvenimiz gibi bıçakla kesilmiş değil; başla gövde ayrılmış değil, bunu metafor olarak kullanıyorum. Bütün her şeyi bir tarafa savuran bir yok oluş, bir epistemolojik kırılma ontolojik kopuş derken tam da bunu kastediyorum.


DERVİŞ ZAİM :

Türk sineması natüralizm-minimalizm parantezinde gitmiştir

Bizim intelijansiyamız ve bizim sinema yapan insanlarımız genellikle Türk sinemasında önemli, değerli, kalıcı olarak gördükleri eserleri, gerçekçilik- natüralizm parantezinde değerlendirdiler. Bunun biraz dışına çıkmaya namzet olan bir iki isim, ya da kariyerlerinin belirli dönemlerinde böyle iş yapma istidadı gösteren bir iki isim var. Bir tanesi Metin Erksan’dır öteki de Ömer Beydir [Kavur]. Ömer beyin dışında bir iki isim daha saymak mümkündür ama bunlar da bu iki ismin belirli dönemlerde yapmış olduğu gerçekçilik ve natüralizm parantezinin dışında başka bir arayış içerisinde olan Türk yönetmeni olmamıştır.

Kafası Karışık Entelijansiyamız..

Bizim kültürel geçmişimizde son 200 senedir yaşadığımız bir farklılaşma var. Bu farklılaşma kafası karışık bir entelijansiya yarattı. Buradan bir şans çıkabilir. Ama bu işi bu şansa bırakmamak lazım. Ne yapmak lazım, düşünmek lazım, tefekkür lazım. Şimdi en başından başlayalım, biz gittiğimiz patikadan ayrıldık başka bir patikadan yürüdük, fakat şu anda tartışmalı olmakla birlikte, diyelim ki hem o patikayı yürüdük hem de bu patikayı yürüdük. Yani Doğuyu da Batıyı da yürüdük. Ne kadar tevarüs ettiğimiz ayrı bir tartışma konusu

Darbeler Bir Toplumun Kültür ve Sanat Havzası İçin Büyük Travmalardır

Bizde 1960 darbesi, 1971 ihtilali, 1980 darbesi geldi, gelen bu darbeler de aslında bir toplumun kültür ve sanat havzası için büyük travmalardır ve yiğidi öldürüp hakkını da vermek gerekir. Sanat gibi birikim gerektiren, oturup düşünmeyi gerektiren bir işte on yıl aralarla gelen darbeler insanların doğru dürüst düşüncelerini ifade etmelerini engelleyebilecek olan şeylerdir. Ama bunun daha ötesinde bizim gerçekçilikle olan ilişkimizin yoğunluğu ve güçlülüğü dışında başka bir arayış söz konusu değildir. Yeni bir arayış dili yoktu bizde.

Sinemada Referanslar Sistemini Belirlemeliyiz

Burada şöyle bir saptama yapmaya gidiyoruz. İki gelenek vardır. Türk intelijansiyasının, Türk sinema teorisyenin, Türk sinemacısının sahip çıkması kendi yararınadır. Referanslar sistemiyle ilgili gereklilikleri düşünmemizi ortaya çıkartıyor. Referanslar sistemi söz konusu olduğunda iki şey ortaya çıkıyor: pergelin ayağını Batıya koyarsın öteki tarafını buraya koyarsın, bu yolardan bir tanesi. Pergelin ayağını bu coğrafyaya koyarsınız öteki dönen tarafını Batıya koyarsın. Bu işi yapacak insanın şahsi seçimidir. Bu çağda da buna ilişkin olarak, bu postmodern çağda, bir insanın ona dayatma yapmaya ne kadar hakkı var?

İslamcı, Müslüman, mütedeyyin sinemacılar mangalda kül bırakmazlar.

Eğer pergelin sabit ayağını bu coğrafyaya, Türkiye’ye koyarsak referanslar sistemi burada oluşturmaya çalışırsak ne elde edebiliriz sorusunu sormaya çalışırız. Çünkü bu sorun referanslar sistemini nasıl elde edileceğine dair hep sorulur ama içi hep boş bırakılır. Bin tane söyleşi çıkarayım ben size, bu coğrafya bizim için önemlidir, nasıl dendiği zaman tek bir laf etmezler. İslamcı, Müslüman, mütedeyyin sinemacılar mangalda kül bırakmazlar. Yapılanlara baktığınız zamanda klasik üç perde anlatısı vardır. Oraya bir tane inanan koydu mu zannediyor ki Müslüman sinema yaptı. Bu beni rahatsız ediyor. Yani bir damar buldular son zamanlarda, minimalist sinema yaptığında zannediyor ki has Müslüman sinema yaptı. Tuzağa düşüyorlar böyle yaptıkları zaman. Nerden referans alacağımızdan daha sonra bahsedeceğim ama muhtemel tuzaklardan bahsedelim önce. Çünkü İranlıların düştüğü tuzak da kendi kendine oryantalizmdir. Onlar farkında olmadan Batılıların bu festivallerin onlar için hazırladıkları tuzağa düştüler. Bunun ne kertede farkındalar bilmiyorum.

Pergelin bir ayağının bu coğrafyaya dayanması ve buradan bir sinemanın neşet etmesi son derece önemlidir. Biz şu anda görüntü bombardımanın altındayız. Anlatım tarzını bulamazsan bunu senin için başkaları yaratır. Bunu başkalarının senin için yaratması senin yerine düşünmesi anlamına gelmektedir. Senin yerine düşünce kalıpları sana verir çünkü sinema felsefe yapmanın bir biçimi olmuştur. Düşünce kalıpları sana dayatılırsa sen düşünmekten aciz bir nesil yaratırsın. Bu yüzden sana ait düşünce biçimi oluşturmak durumundasın. Bu yüzden senin bir referanslar sistemine ihtiyacın var. Klasik Hollywood sineması bunun mabetlerinden bir tanesi, nitekim bugün sinemaları dolduran tv’leri internetleri dolduran üç perde anlatısı, Aristo’dan gelen o kalıp bunun tezahürüdür. Bunu nasıl kırabiliriz? Birincisi minimalizmdir. Fakat minimalizm yaptığında iste ya da isteme muhtemel tahakküm biçimleri seni beklemektedir. İkincisi yapıyla oynamaktır. Yapıyla oynamak neden önemlidir? Bu bizim coğrafyadaki kan akışıyla ilgilidir, İslam’dan bahsederek…

Üç Perde Anlatısına Eleştiri

Zannediyorlar ki üç perde anlatısının içerisine yerel bir şeyi boşalttığında (28 Şubat’ı, 1960’ı) film, sinema yapmış oluyorsun. Hayır, hayır, olmaz öyle bir şey. Dil aradığın zaman, yapıyla oynadığın zaman bir şey söylemeyi ortaya çıkartırsın. Çünkü doğal olarak yeni bir dil yeni bir yapı, ister istemez seni yeni bir şey yapmaya yönlendirir. Dil yol açar. Hem Doğulu hem Batılısınız artık. Bir sinemacı çıkar bu söylediklerimizden hareket eder ve Nietzsche benim hayat anlamımdır, bunun dışında bir şey düşünmüyorum derse, onun referanslar sistemi ve pergelin ayağı orasıdır…. Bu referanslar sisteminde yerellik önemlidir ama biz insanlığın sofrasına bir tabak koymak ve onu zenginleştirmek için çalışmalarımızı yapıyoruz. Ben bunları söylerken asla ve asla ırkçı bir tavır sergilemiyorum ve burnu büyük bir tavrı lanetliyorum. Biz bütün bunları nasıl daha zengin bir hayat sürelim diye yapıyoruz, bunları kendi kendimizle böbürlenmek için yapmıyoruz. Biz bunları daha da zengin olmak ve değerler araştırması yaparak bugünün yoksul insanına nasıl daha iyi yaşanabilir demek için bunları yapıyoruz. Sanatın zembereği ahlaktır.

Doğru ve sahici bir film yaptığınızda size buyurun baş köşeye oturun demeyeceklerdir.

Bu işleri bizim konuştuğumuz perspektifle yorumladığınızda merkeze gelmeniz oldukça
zorlaşacaktır. Doğru ve sahici bir film yaptığınızda size buyurun baş köşeye oturun demeyeceklerdir. Bunun ekonomi-politiği buna izin vermeyecektir. Büyük problemlerle karşılaşmanız çok yüksek ihtimal. Dağıtımla ve üretimle ilgili problemlerimiz var. Büyük
bir kafa karışıklığı var ve bu da ekonomi-politik ile de birleştiğinde etkisini arttırıyor. Hollywood’un baskınlığı var, bizim iç piyasada, tekelleşmenin sizi savurduğu yerler olacaktır. Kendinize hayat hakkı bulmanız çok zorlaşmıştır.

kültür söz konusu edildiğinde çağın nereye gittiğini bilen bir perspektif göremiyorum
Kültür Bakanlığı’nın yardımları vardır ama oralarda meseleleri derinlikle ele alan insanların ne kertede olduğundan emin değilim. Kültür-sanat hayatı söz konusu olduğunda ekonomiye verilen önemin verildiğini ben düşünmüyorum. Kültür alanında yapılanların çok çok az olduğunu düşünüyorum. Ara sıra biraz para vermekten ibaret olduğunu düşünüyorlar, bundan ibaret değil. Elbette daha önceleri ile
kıyaslandığında farklar var örneğin yasa yapılmaya çalışılıyor, ekonomik destek sağlanmaya çalışılıyor. Ama ben kültür söz konusu edildiğinde çağın nereye gittiğini bilen bir perspektif göremiyorum.

Kapitalizme perspektifle müdahale edilebilir.

Kapitalizmin kendi kuralları var ve bu kurallar devam edecektir. Bu da önü alınamayacak bir şey doğrusu. Bu kurallar siz istemeseniz de devam edecektir. Bütünüyle yok edemezsiniz bunu, sadece ona müdahale etme durumunuz söz konusu olabilir. Bu da perspektifle olabilir. Devletten daha önce sokağın sahip çıkması lazım. Sokak sahip çıkarsa devlet onu takip edecektir ister istemez. Sokağın kalbinin önemli olduğunu düşünüyorum. Genç insanların
varlığı bir ritmin varlığına delalet ediyor. Böyle insanların varlığıyla devlet kendisine çeki düzen verir. Devletin kendisine çeki düzen vermesi garanti değildir, o değişir çünkü, önemli olan sokaktır, önemli olan insanların kalbidir, insanların ruhudur. İnsanların kalbi ile ruhu işin içerisinde oldu mu onu kimse engelleyemez.


Burada şöyle bir saptama yapmaya gidiyoruz. İki gelenek vardır. Türk entelijansiyasının, Türk sinema teorisyeninin, Türk sinemacısının bunlara sahip çıkması kendi yararınadır. Referanslar sistemiyle ilgili gereklilikleri düşünmemizi ortaya çıkartıyor. Referanslar sistemi söz konusu olduğunda iki şey ortaya çıkıyor: pergelin ayağını Batıya koyarsın öteki tarafını
buraya koyarsın, bu yolardan bir tanesi. Pergelin ayağını bu coğrafyaya koyarsınız öteki dönen tarafını Batıya koyarsın. Bu işi yapacak insanın şahsi seçimidir. Bu çağda da buna ilişkin olarak, bu postmodern çağda, bir insanın ona dayatma yapmaya ne kadar hakkı var? Bunu açmaya çalışacağım, eğer Yusuf Bey’in dediği gibi pergelin sabit ayağını bu coğrafyaya, Türkiye’ye koyarsak referanslar sistemi burada oluşturmaya çalışırsak ne elde edebiliriz sorusunu sormaya çalışırız. Çünkü bu sorun referanslar sistemini nasıl elde edileceğine dair hep sorulur ama içi hep boş bırakılır. Bin tane söyleşi çıkarayım ben size, bu coğrafya bizim için önemlidir, nasıl dendiği zaman tek bir laf etmezler. İslamcı, Müslüman, mütedeyyin sinemacılar mangalda kül bırakmazlar. Yapılanlara baktığınız zamanda klasik üç perde anlatısı vardır. Oraya bir tane inanan koydu mu zannediyor ki Müslüman sinema yaptı.
 

KAYNAK:
yazete.com
ETİKETLER:
ÖNCEKİ HABER

SONRAKİ HABER