"Menderes, Ecevit ve Türkeş iyi hatipti"
"Menderes, Ecevit ve Türkeş iyi hatipti"
Ünlü Spiker ve Güzel Konuşma Uzmanı Sırrı Er, gündelik hayatta daha başarılı olmanın sırrını açıkladı.

İnsan ilişkilerinde, işyerinde, okuldaki başarımız, tamamen konuşma gücümüzle, kendimizi sözle, beden dili ile karşı tarafa iyi ifade edebilmemizle ilgili olduğunu belirten Spiker-Etkili ve Güzel Konuşma Uzmanı Sırrı Er, Sezai Şengül bir röportaj yaptı.

Sırrı Bey ailenizden başlayarak bize kendinizden bahseder misiniz?

Babam dedelerimizin Buhara’dan, Harput’a yerleştiğini anlatırdı. Ticaretle uğraşan, tasavvuf erbâbı bir ailenin en büyük çocuğuyum. İlkokulun ikinci sınıfında İstanbul’a taşındık. Sırasıyla şu eğitimleri aldım; Orta, Lise ve Sahne Sanatları Eğitimi (Yüksekokul). Halil Cibran’ın çok hoşuma giden güzel bir sözü var: Yalnızca bir kez dilim tutuldu. Bir adam bana, ” Sen kimsin?” diye sorduğunda. İnsanın kendinden bahsetmesi gerçekten zor…

-Bu mesleği nasıl seçtiniz? Daha doğrusu meslekleri…

Çocukluğumdan itibaren hep sesimi kullanma hayalim vardı. Spiker-sunucu olmak aklımda yoktu, ses sanatçısı olmayı arzu ediyor, sanat müziği okumayı çok istiyordum. Hatta dost meclislerinde okurdum. Babam müsaade etmedi ses sanatçısı olmama. Amcamın liseden sınıf arkadaşı olan Mesut Mertcan’la tanışmamla başladı Radyo-Televizyon ve mikrofon aşkı. “Senden hiçbir şey olmaz” demişti okuduğum bir metin sonrasında Mesut Mertcan. Yıllar sonra, “Sende kendimi gördüm evlât, ben bu saçları değirmende ağartmadım” bu yüzden böyle konuştum, deyip benden özür dilemiş, sonrasında girdiği TRT sınavında Jülide Gülizar ve Doğan Kasaroğlu’nun da kendisine böyle söylediğini anlatmıştı. Bu sözler Mesut Mertcan’ın zoruna gider çok çalışır ve Türkiye’nin en iyi spikerlerinden biri olur.

-‘Diksiyonu bozuk’ olmak ya da güzel olmak, iş veya sosyal hayatta ne sağlar kişiye?

Konuşma yeteneği insana verilmiş büyük bir nimettir. İletişimin temel aracı olduğu gibi hayata güzellik ve anlam katar. Bu nedenle seçilen kelimelerin önemi büyüktür. Bir ressam fırçayı nasıl ustaca kullanır ve resmine özgün bir anlam yüklerse; konuşmacı da kelimeleri öyle usta bir sanatçı edasıyla, incelikle, seçerek kullanmalıdır. Lokman Hekim’e “İnsan bedeninde en zararlı ve en faydalı organ hangisidir?” diye sorulduğunda ise “İşte bu” diyerek dilini gösterir ve “Çok söz zarar getirir, az söz söylemek fazilettir” der. Güzel düşünce ve hisler uygun bir dille söylenmediğinde, kelimeler fikir dünyasında ifâde edilmek istenen asıl mânâyı cılız bırakabilir. Özellikle duygudan yoksun kelimeler ruhsuz bir bedeni andırır

-Peki… Güzel konuşmanın sırrı nedir?

Amerikalı yazar Ryland, güzel konuşmanın sırrını, “söz, ses, süs ve his!” diye dört kelime ile özetler. Gerçekten de bu dört unsur, konuşmada bir binanın dört direği gibidir. Söylenen söz güzel bir ses tonuyla, edebî bir nezâket içinde ve duygu ile yoğrularak sunulduğunda muhâtabının gönlüne ulaşması zor olmaz. Konuşurken, kelime zenginliği ve âhenk kadar üslûp da büyük önem taşır. Yusuf Has Hacib; “Kişide dilince değişir kader, Ya yurda baş olur ya da başı gider” diyor. Ağzımızdan çıkan söze dikkat etmeliyiz. “Söz söylemeyi öğrenmek kılıç kullanmayı öğrenmekten zordur” demiş ünlü mütefekkir Ahmet İşbihi. Türkçe öğretiminin en önemli hususlarından birisi de konuşma eğitimidir. Konuşma kavramı ile ilgili olarak yapılan tarifler genellikle bir başkası ile anlaşabilmede araç olma özelliği üzerine kuruludur. Aristo asırlar önce “Sözün en güzeli, söylenenin doğru olarak söylendiği, işitenin yararlandığı sözdür.” demiş.Konuşma “Duygu ve düşüncelerimizi, görüp yaşadıklarımızı karşımızdakilere sözle nakletme işidir.”  Sezâi Bey, konuşma gündelik hayatın en önemli ihtiyacı. Toplum içindeki rolü ve mevkîi ne olursa olsun herkes iş ve uğraşısının gerektirdiği konuşmaları yaparak amacına ulaşmaya çalışır veya çalışmalıdır.

İnsan ilişkilerinde, işyerinde, okuldaki başarımız, tamamen konuşma gücümüzle, kendimizi sözle, beden dili ile karşı tarafa iyi ifade edebilmemizle ilgili. Özellikle insan ilişkilerine dayalı olan gazetecilik, radyo televizyon, spikerlik ve sunuculuğu, öğretmenlik, İmamlık, müezzinlik, doktorluk, hemşirelik, avukatlık, satıcılık, bankacılık, turizm işletmeciliği gibi daha bir çok meslekte bu daha da önem kazanıyor.

Sezâi Bey, az önce söylediğim gibi asıl işim haber spikerliği sonra eğitimci ve yazar. Liseden, İletişim Okullarına, Üniversiteye, Sahne Sanatlarına, Kamu Kurumları dâhil birçok yerde eğitim verdim, veriyorum. Eğitim ve yazarlık işinden de önce spiker-sunucuyum. Zaten verdiğim eğitimler, Diksiyon, Etkili ve Güzel Konuşma, Ses ve Beden Uyumu, Davranış, Üslûp. Kaleme aldığım kitaplar da bu çerçevede, dolayısıyla bildiğim ve alanım olan bir işi yapıyorum. Doğru ve güzel konuşabilmek bir kültür göstergesidir

-‘Diksiyon’ ne demektir, sizdeki karşılığı nedir bu sözcüğün…

Fransızca olan “Diksiyon” kelimesi güzel ve etkili söz söyleme olarak târif edilmektedir. “Diksiyon” söz söylemede kurallara riayet etmek demektir aslında. Bir sanat dalı olarak da kabul edilen güzel söz söyleme, eski çağlardan günümüze kadar insanlık için önemli sayılmıştır. Nitelik ve nicelik olarak yüksek söz söylemek, toplumda daima ilgi ve saygı görmüştür. Sözün niteliği ve niceliği de elbette birbirinden ayrılmadan ele alınmalıdır. Zîrâ söyleyiş biçimi doğru olmadığı takdirde, söylenmek istenen ne kadar doğru ve önemli olursa olsun, ziyân edilmiş kelimelerden ibâret kalırlar. Bu yüzden doğru sözleri, doğru biçimde ifade etmek gerekmektedir. Türkçeyi doğru (kurallarına uygun), anlaşılır ve güzel konuşabilmek birçok yönden önem taşır. Bu sayede hem karşınızdaki insanlarla iletişim kurarken sıkıntı çekmez, hem de kültürümüzün temel taşlarından biri olan dilimizin yaşatılmasına katkıda bulunmuş oluruz. Doğru ve güzel konuşabilmek aynı zamanda bir kültür göstergesidir. Bugün maalesef at iziyle, it izi birbirine karışmış halde!

-Siz kimlerden dersler aldınız, alanınızda, yani ustalarınız kimlerdi, kimlere çıraklık yaptınız? Öyle ya, Mevlana’nın sözü var’ Çıraklığını yapmadığın işin ustalığına kalkışmayacaksın’diye…
En başta Mesut Mertcan, Toron Karacaoğlu, Hayri Küçükdeniz, Erhan Yazıcıoğlu, uzun zaman yardımcılığını yaptığım, TRT’nin altın sesli spikeri “kendi tanımıdır” rahmetli Nedret Selçuker, TRT spikerlerinden rahmetli Tarık Gürcan. Çok sevdiğim, Türkiye’nin önemli seslerinden sizin de yakından tanıdığınız kendisinden çok şey öğrendiğim rahmetli Sacit Onan. Sonraki yıllarda rahmetliyle birçok yerde birlikte eğitim verdik. Yirmi yaşımda mesleğe adım attım. Çok şanslıyım, iyi isimlerle çalışma ve eğitim alma imkânım oldu. Rahmetli Sadettin Erbil, Haluk Kurdoğlu, Allah şifa versin, Tuna Huş. Haber spikerliği eğitimi aldım ve uzun yıllar Radyo ve Televizyonlarda haber okudum, sahne sanatları eğitimi aldım. Seslendirme yaptım. Film dublajından, reklama, (birçok önemli gazetenin ve derginin reklam seslendirmesini yaptım) tanıtım filmi, belgesel sesimi kullanmayı, harflere, hecelere, kelimelere hayat vermeyi seviyorum. Ben mesleğime, işime âşığım, öyle düşünüyorum. Hazreti Mevlânâ, “insan işle yücelmez, iş insanla yücelir” diyor. Yaptığım işi yücelttiğimi düşünüyorum, çünkü hocalarımdan bu terbiyeyi aldım ve onlarda bu hassasiyeti gördüm.

-Dil kullanımı ve etkili konuşma ile ilgili yayınlanan kitaplarınız ‘Etkili Konuşma Sanatı’, sanıyorum 50 bine yakın sattı. Dil alanında sanırım en çok satılan kitaplar arasına girdi, neler vardı ki? Teveccüh o denli oldu?

Şu ana kadar yayınlanmış dört çalışmam oldu. Sırasıyla Temel Konuşma Teknikleri-Diksiyon, Etkili ve Güzel Konuşma Sanatı, Sözün Büyüsü ve Dünden Bugüne Söz Söyleme Sanatı Üzerine Altın sözler. Okuyucu teveccüh gösterdi sizin de söylediğiniz gibi. Bu kitapların okunmasını şuna bağlıyorum; uygulayan, araştıran, kaynak gösteren, samimi ve mesleğine önem veren, işinin âşığı biri olmamdan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu kitaplar, birçok üniversitede, Halk Eğitimlerde, İSMEK lerde ders kitabı olarak okutuluyor. GünümüzTürkiye’sin de herkes her şeyi yapıyor. Ehil olma, liyâkat aranmıyor. Şu hâdisi siz benden daha iyi bilirsiniz, “İşi ehline veriniz.” Atalarımız “İş bilenin, kılıç kuşananın” demişler. Bugün maalesef at iziyle, it izi birbirine karışmış halde. Bilen de bilmeyen de kamera karşısında mikrofon başında ahkâm kesiyor. Bu gidişata artık “dur” denilmeli. Önüne gelen, bu işi yapamamalı. RTÜK başkanı ve TDK eski başkanına dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım, demek ki muvaffak olamamışım.

’Bilgisayar Türkçesi’ne Türkçe demek, Türkçeyi yermektir!
-Yurt içinde birçok yerde konferanslar verdiniz, programlar yaptınız bu konularda? Gözlemleriniz neler, yani dilimiz ne halde? Türkçe can mı çekişiyor…

Yurt içi ve yurt dışında sizin de belirttiğiniz gibi konferanslarım oldu. Siz de hatırlayacaksınız, Millî Eğitim Eski Bakanımız Hüseyin Çelik, “…çocuklarımıza Türkçe öğretemiyoruz” diyerek çok samimi, aynı zamanda da çok acı bir itirafta bulunmuştu. Başka bir memlekette devletin bu işten sorumlu resmî bir yetkilisinden böyle bir açıklama yapılsaydı yer yerinden oynardı. Bizde ise tek sütunluk bir haber şeklinde çıktı ve geçti. Çünkü kamuoyu, ekran çöpçatanlık ve ipe sapa gelmez benzeri rezaletlere kilitlenmişti. Türkçeyi öğretememenin birçok sebebi var. Uzunca bir zaman dil ırkçılığı yapılmıştır. Arapça, Farsça diye bin yıldır kullanılan yüzlerce kelime dilden atıldı. Onların boşluğu doldurulamadı. Yerlerini Fransızca, İngilizce kelimeler aldı. Öz Türkçecilik dayatması ile dil fakirleştirildi. Masa başında kelimeler uyduruldu. Fakat uydurma kelimeler tutmadı ve sevilmedi. ’Bilgisayar Türkçesi’ne Türkçe demek Türkçeyi yermektir. Televizyon ve radyolarda kullanılan dil evlere şenlik. Baba ile oğul, dede ile torun nerede ise tercüman aracılığıyla anlaşacaklar. Keza reklam dili de aynı şekilde. Hatta sinema dili bile. LGS, YGS, LYS sorularının çoğunu hiç birimiz anlayamayız. Yapmacık, köksüz ve uydurma anlaşılması zor bir dildir. 2012 yılında, LGS de 50.850, LYS de 189 bin 410 gencin sıfır çekmesindeki sebeplerden biri de hayatta olmayan o azınlık dilidir. Şehirlerimiz maalesef yabancı marka, etiket, tabela ve isim işgâli altındalar. Bütün bunlara rağmen ümidimi kaybetmiş değilim. İnşallah Türkçe dünya dili olacaktır.

-Ülkemizin okulları ve üniversitelerindeki dil eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Yabancı dil ne kadar önemli olursa olsun, insanın ana dili daha da önemlidir. Temel görevimiz, gençlerimizi düşünen, eleştiren ve düşüncelerini düzgün ifade edebilen bireyler olarak yetiştirmektir. Öğrencinin kendi dilini ikinci sınıf, yetersiz bir iletişim aracı olarak görmesi çok sakıncalı bir durumdur. Böyle bir öğrenciden kendi diline ve kültürüne, ana diline saygı duyması nasıl beklenebilir? Daha acıklı olan, bu konuda duyarlılık gösterenlere takınılan tavırdır. Sanki konuya hassasiyetle yaklaşanlar adeta takıntılı davranıyor kimilerince. Yersiz bir tutuculuk olarak görenler bile var. Oysa kültürünü aşağılık duygularından uzak tutan nice milletler gerek yasalarla, gerekse ferdi bir bilinçle yaklaşıyorlar bu konuya.

Söz gelimi Fransa’da 1994 yılında hükûmetin önerisi ile Fransızayı İngilizcenin akınından korumak için “Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa Tasarısı” başlığı altında bir tasarı hazırlanmış ve yasalaşmıştır. Fransızcayı korumaya yönelik yasanın bizim için de büyük önem taşıyan 9. maddesi şöyledir:

“Eğitim, sınavlar ve yarışmalar ile kamuya ya da özel sektöre ait eğitim kurumlarında yapılan tezler ve bilimsel yazılar için kullanılacak dil Fransızcadır."

Elbette bu yasal düzenleme bizde de var. 1930’lardan 1980’e kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, Türkçeyi koruyucu hükümler taşıyordu. Son yıllarda görülen yabancı dil işgâli nedeniyle, ilgili Devlet Bakanlığınca 1997’de hazırlanan “Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun Tasarısı” Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuştu. Böylece Türkçeyi yozlaşmalardan koruma, yabancı dillerin inanılmaz baskısından kurtarma amaçlanıyordu.

Bu akılcı yaklaşımla gerçekçi uygulamadan alınacak dersler bulunduğu çok açıktır.

Ülkemizde özellikle 1980’den sonra görülen büyük yanlışlardan biri, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimin birbirine karıştırılmasıdır. Günümüz dünyasında yabancı dilin ve yabancı dil öğrenmenin önemi elbette ki tartışılamaz. Her türlü ilişki, iletişim ve gelişme için yabancı dil elbette ki çok gerekli. Ama ülkemizde özellikle son zamanlarda düşülen önemli bir yanılgı, yabancı dilin araç değil amaç olarak görülmesidir. İşte bu sebeple, yabancı dille öğretim yapan okulların ve üniversitelerin sayısı hızla artmaktadır. Oysa yabancı dil amaç değil araçtır.

Her ülkede bilim ancak o ülkenin kendi diliyle yapılabilir
-Bir Türk çocuğunun (İlköğretim çağında hatta anasınıfında iken) daha Türkçeyi yeni yeni öğrenmeye başladığı ilk zamanlarda, yabancı dil eğitimi alması için aynı zamanda başka eğitim kurumlarına da gönderilmesi o çocuğun dil anlayışını ne hale getirir… Bu mantıklı bir şey mi?

Çağımızda gelişmiş ülkelerin hiçbiri yabancı dilde eğitim yapmıyor. Bu durum, sadece az gelişmiş ülkelerde ve sömürgelerde görülüyor. Bazı okullarda eğitim yabancı dille yapılırsaTürkiye’nin dış dünya ile daha kolay anlaşacağı yaklaşımı, Türkçenin bilim dili olmadığı, İngilizce ile daha iyi bilim yapılacağı gibi görüşler ileri sürülüyor. Bu görüşler, yayılmacılığın sömürge ülkelere dayattığı anlayışın sonucudur. Her ülkede bilim ancak o ülkenin kendi diliyle yapılabilir. Yabancı dille eğitim, eğitim bilimine de aykırıdır. Çünkü bir insan, dünyayı en sağlıklı biçimde ancak kendi diliyle algılayabilir ve anlatmak istediğini de en güzel kendi diliyle anlatabilir.
İşin en acı ve düşündürücü yanı da, yabancı dille öğretim yapan kurumlarda okuyan Türk çocuklarının Türkçeyi ihmal etmeleri, giderek unutmaları, özellikle yazılı anlatım yetersizlikleri içine düşmeleri ve kendi dillerini küçümseyip hor görmeleridir. İşte en büyük tehlike de burada yatıyor.

Peki… Ana dilinin yetersiz olduğu inancı ile yetiştirilen bir gencin, kendi diline ve kültürüne saygılı olması beklenebilir mi?
Öncelikle yapılması gereken şey, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimi birbirine karıştırmamaktır. Çok gerekli olan yabancı dil öğretimini bütün okul kademelerinde en etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirelim ya da bunun yollarını arayalım. Ama çok gereksiz olan ve ülkemizin geleceği, kültürü açısından büyük tehlikeler taşıyan yabancı dille öğretim tuzağından kurtulalım. Bunun için de her şeyden önce ana dili duygusu, duyarlığı ve dil bilinci gerekir. Ülkemizde nitelikli insan yetiştirmek istiyorsak, başkalarının diliyle değil, kendi dilimizle, kendi kültürümüzle yetiştirmeliyiz. Çünkü kendi kültürünü dışlayan bir toplum, varlık nedenini önemsemiyor hattâ inkâr ediyor demektir.

-Bu konu da neler yapılabilir, eksiklerimizi nasıl giderir ve tamamlarız?

Bir kavramı ya da bir bilgiyi tek başına öğretmek çok zordur. Çocuk, tahtada öğretilenin öğretmen tarafından cümle halinde tekrarlanmasını ve yazdırılmasını bekler. Tarif, kural yahut fikirlerin öğrenimini pekiştirmek için sınıfça yapılan toplu tekrarlar, anlamadığı konuyu ezberlemesini kolaylaştırır. Sınıf içi çalışmalarındaki bu toplu tekrarlara ilkokuldan alışkın olan çocuk, sonradan cümlenin ilk kelimesi hatırlatılınca cümlenin gerisini getirebilecek kadar otomatiklik kazanmıştır. Ama kendisine tek başına sorulunca cevap verebileceği şüphelidir. Kelime, çocuğun zihninde bir “ufuk” açmamaktadır. Cümleyi tam olarak tekrarlayabildiği halde, mânâyı başka kelimelerle ifâde edememektedir. Kelime, bir ufuk açmadığı, zihnî, çağrışıma götürmediği için “fikir üretme”yi de başaramamaktadır. Bu seviyedeki öğretimden “kompozisyon” çalışmaları istenmektedir.

Anadil öğretimi okuma-yazma ile, okuma-yazma da alfabe ile başlar. Uzak Doğu İslâm âlemi ile Rus, İsrail, Yunan gibi bir kısım devletler dışındaki Batı dünyası Latin menşeli alfabe kullanmaktadır.

Yalnız bunların hiç biri bizimki gibi “fonetik” alfabe değildir. Yazıldığı gibi okunmaz, söylendiği gibi yazılmaz ve bir ses, pek çoğunda tek bir şekil, tek bir harfle gösterilmez. Alfabenin bu özelliği ve imlâ mecbûriyeti yüzünden Batı insanı yazarken ve okurken, düşünmek zorundadır. Sadece harfleri seslendirmeyi becermek “okuma”, sesleri çizgiye geçirmek de “yazmak” demek değildir.

Dili öğrenmek ve öğretmek, artık ana kucağından başlamalı ve bu milletçe kabul edilmelidir.
‘No Comment’ demişti
-Yabancı sözcüklerin (ünvanlarda, dilimizde, müziklerimizde, köşede bucakta vb…) bu denli yaygın kullanılmasının altında ne gibi sebepler yatıyor sizce?

Bu durum, garip bir özenti’den, kendi kültürüne yeterince vakıf olamamaktan, onu iyice özümseyememekten kaynaklanıyor gibi geliyor bana. Günümüzde Türkçe, neredeyse ana dilimiz olduğunu unutturacak ölçüde yabancı kelimelerle dolduruluyor ve bizden olan kelimeler acımasızca dışlanıyor. Hatırlayacaksınız, “Anayasa kitapçığı krizi” dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında çıkan tartışmadan dolayı, gazetecilerin bir sorusu üzerine “no comment" demişti.

Meselenin belki de en önemli tarafı, dilimizin kamuoyu önündeki kullanımında görülen “Türkçeden kaçış” diyebileceğimiz süreçtir. Ülkeyi yönetenler, basın-yayın kuruluşları ve bir kısım aydınlar, çok güzel Türkçe karşılıkları bulunsa da yabancı kelimeleri kullanmaktan sanki olağanüstü bir zevk alıyorlar. Görünen Türkçe konuşmaktan adeta imtina eden bir efkârı umumiye ile karşı karşıya olduğumuz. Bu durum dilimiz için büyük tehlike arz ediyor. Güzelim mutabakat, anlaşma, uyuşma yerine (konsensüs), odaklanma yerine (konsantrasyon), kontrol yerine çek etme dedik mi kültürlü kişi oluyoruz. İstanbul Taksim’deki görkemli bir otelin adı The Marmara, Hilton’daki sergi merkezinin adı Exibition Center.

Şehirlerimizde caddeler, yabancı adlar nedeniyle işgal altındadır. Sözüm ona “entel” ve aydınlar, kendi yurduna yabancılaşmayı evrensellik sanıyor. Konuşmada veya yazıda aralara yabancı kelime sıkıştırmak, bağımsızlık gururunun nasıl törpülendiğini gösteren acı bir örnek değil midir? Neredeyse, ana dilimizin Türkçe, anavatanımızın Türkiye olduğunu unutuyoruz.

Çocukluğumdan hatırlıyorum. Tahsili, sosyal hayattaki yeri ne olursa olsun insanlar tatlı dilli güler yüzlüydü, geçim sıkıntısı had safhada olmasına karşın.
-Peki, size göre o günlerden bu günlere ne değişti de, dilimize, kültürümüze bu denli virüs girmeye başladı?
Bakış açısı ve anlayış değişti. Duygular değişti. Güven ve itibar kalmadı. Sevgi, saygı ve hoşgörü ortadan kalktı. Olsa da olur olmasa da olur mantığı hâkim oldu. Neme lâzımcılık aldı başını yürüdü. Duyarsız ve sindirilmiş bir toplum olduk. Takdir ile tekdir kavramını unuttuk. Karamsar olalım demiyorum ama gerçekleri de balçıkla sıvamaya kalkmayalım.
-Bir ülkenin mesela teknolojik olarak ya da başka bir alanda gelişmişliği, başka bir deyişle patenti kendine ait ürünlerinin çok olması, o ürünlerin de başka ülkeler ya da toplumlar tarafından çok talep edilmesi o ülkenin dilini yaymayı kolaylaştırır mı? Yani gelişmişlikle dil’in ihraç edilmesi arasında bir bağ var mıdır? Daha mı kolay nüfuz eder başka toplumların dillerine?

Bir milletin dili, o milletin kültürüne bekçilik yapacak kadar gelişmiş ve güçlü değilse, o milletin başka kültürlerin işgâline uğraması ve zamanla da bütün özünü yitirmesi kaçınılmaz olur. Dil, bir konuşma ve düşünme vâsıtası olmanın yanında, geçmişteki zenginlikleri günümüze, bugünkü birikim ve yeni terkiplerimizi de geleceğe intikâl ettirmede önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Bir millet, atalarından tevârüs ettiği ve şimdilerde de yeni terkip, yeni biçim, yeni şekillere sokarak değerlendirdiği topyekün zihnî, fikrî, İlmî müktesebât ve zenginliklerini, ancak bütün bunları kucaklayabilecek güçlü bir dille gerçekleştirebilir.

Zîrâ bir “millet, ne ölçüde zengin ve renkli bir dille konuşabiliyorsa o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o çerçevede de konuşabiliyor demektir. Yahya Kemâl merhum, “Kelime dağarcığınız ne kadar zenginse aklınızı o oranda kullanırsınız” der. Düşünen ve aklını kullanan bir toplumun üretememesi düşünülemez. Buna en güzel misâl Osmanlı’dır. Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethi, kol kuvveti ile değildir. Mimar Sinan’ın yaptığı câmiler, hanlar, hamamlar, kervansaraylar, çeşmeler kol kuvvetiyle değildir.
Dünya’da ‘saf dil’ yoktur…

-Bu arada, dünya da ‘saf di’ var mıdır?

Dünyada saf dil yoktur. Osmanlı’nın alışverişte olduğu, kelime verdiği dillere bakalım, savaşmış, ticâret yapmış, akraba olmuşuz. Prof. Dr. Günay Karaağaç’ın çalışmasından bir bölümü, “Türkçe Verintiler Sözlüğü (TDK)” Bu tabloyu, Temel Konuşma Teknikleri-Diksiyon isimli kitabımda okuyucuyla ayrıntılı paylaştım.
Çince’de 307, Farsça’da 3.000, Urduca’da 227, Arapça’da 2.000, Rusça’da 2.500, Ermenice’de 4.262, Macarca’da 2.000, Fince’de 118, Rumence’de 3.000, Bulgarca’da 3.500, Sırpça’da 9.000, Çekçe’de 248, İtalyanca’da 146, Arnavutça’da 3.000, Yunanca’da 3.000, İngilizce’de 470,
Almanca’da 166 .
Bir dil, kendi iç yapısı ve her şeyi ifâde edebilmesi açısından bütün zamanların gereklerini seslendirmeye yetmiyor ve dolayısıyla da o dili kullananlar bazı mânâları ifâde de söz sıkıntısı
çekiyorlar ise o dil, düşüncenin desteğinden mahrum; onu kullananlar da, dökülüp yolda kalmaya mahkûmdurlar.

-Birde Türk Dil Kurumunun hali var, bende zaman zaman şiir yazdığım için gerekli oluyor bazı sözcüklere bakam ihtiyacı hissediyorum. Ama gelin görün ki birçok sözcüğü orada bulamıyorum. Özellikle halk diline ait sözcükleri, sonuçta bunlarda dilimize ait sözcükler, neler oluyor orada…

Türk Dil Kurumu maalesef halktan kopuk. Türk Dil Kurumu görevlerini yeterince yerine getiremiyor, bedelini Türkçemiz ödüyor. Türkçemizin korunmasında en büyük görev Türk Dil Kurumuna düşer. Geçmişte dilimizin sadeleştirilmesi ve zenginleştirilmesine yönelik çalışmaları etkin şekilde yürütmüş, zaman zaman çalışmaları nedeniyle eleştirilmiş bir kurumumuzdur TDK. Türk dil kurumu teknoloji ve bilim alanındaki gelişmeleri çok iyi takip edip yeni bir buluş olduğunda daha ülkemize girmeden Türkçe adını koymalı, bunu ilgili reklam ve basın-yayın kuruluşlarına bildirmelidir. Yeni ürünler halkımızın karşısına Türkçe isimleriyle çıkmalıdır. Kurum genelde akademisyenlerden oluşan çeşitli komisyonlar kurarak çalışmalarını yürütmektedir. Bu komisyonların çalışmaları yeterli değildir. Dilimizin korunmasında meslek kuruluşlarından ve halktan yararlanıldığında başarı elde edilebilir. Türkçemize yeni kelimeler kazandırılması, yabancı kelimelere karşılık bulunması konusunda öncü olması gereken, işin mutfağında olması gereken TDK maalesef bu öncülüğü yapamıyor..

“Türk Dil Kurumu, 2012-2016 izlem tasarımı çalışmaları kapsamında dış paydaş toplantısı”nda grup sözcüsüydüm. Dil kirliliği; hava kirliliği, trafik kirliliği, çevre kirliliği gibi bir şeydir. Etrafımızda bazı şeyler kirlenirken dilimizde de bir kirlilik yaşanıyor. Şunu unutmamak gerek. Bu dilin sahibi TDK değil. Bu dilin sahibi Türk halkı. Dolayısıyla hepimizin bu dile sahip çıkması gerekir. Cemil Meriç ne güzel söylemiş, “Kâmus, nâmustur”.

-Divan Edebiyatı dili artık yok gibi. Bu durum dilimizin zenginliğini olumlu-olumsuz etkiledi mi?

Dilim varmıyor evet demeye ama söylediğiniz gibi, Divân Edebiyâtı artık yok denecek durumda. Hoca Dehhanî, Hazreti Mevlânâ, Ali Şir Nevâi, Şeyhî, Süleyman Çelebi, Fuzûlî, Bâki, Nâbî, Evliya Çelebi,
Nefî, Nedim, Şeyh Gâlip kaçımız bu isimlerin kaleme aldıklarını anlıyoruz. Cumhuriyet yazar ve şairlerinden kaçını anlayabiliyoruz. Mehmet Âkif, Yahya Kemâl, Necip Fâzıl, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Ahmet Hamdi, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ziyâ Osman Saba isimleri çoğaltmak mümkün. Yüz elli, iki yüz kelimeyle konuşan bir millet, derdini nasıl anlatır? Kendini nasıl ifade eder? Merhum Mehmet Âkif, “Edebin olmadığı yerde, Edebiyât olmaz diyor.” Bir milletin rengi, onun târihini dolduran sanat ve medeniyet maceralarının; kültür hareketlerinin, îman ve ideal hamlelerinin; büyüme ve korunma savaşlarının; başka milletlerle yapılan dil, kültür ve medeniyet alış-verişlerinin ve bilhassa vatan topraklarının hep birden meydana koyduğu “mukaddes terkîb"dir.
Meselâ Türk milletinin târihinde “îman savaşları", “medeniyet savaşları”, “vatan savaşları” kadar, devamlı “lisân savaşları” da vardır. Milletimiz, asırlar boyunca, onun kolunu bükemeyen kuvvetlerin, dilini bükmek yolundaki amansız baskıları karşısında, Türkçeyi tıpkı bayrak gibi, vatan gibi korumak ve yüceltmek heyecanını duymuş ve bunda muvaffak olmuştur. Vatan edindikleri ülkelerde, daha evvel yaşamış, büyük diller ve büyük sanatlar varsa, bunların tesiri altında kalıp kendini kaybetmemiş millet çok azdır.
Ziyan edilen bir hazine’de “İstanbul konuşması”dır

-Sanki teknoloji ilerleyince, dil iyice bir laçkalaştı, kontrolsüz, önüne gelen istediğini istediği kurallara göre yazabilen bir hale geldi, özellikle sanalalem de bu bariz bir şekilde göze çarpıyor. İstisnai kurumsal birkaç yer hariç, bu da okuyucuya yansıdığında zaten oturmamış olan dil bilgisi iyice berbat bir hal alıyor gibi, ne dersiniz?

İletişim çağında maalesef iletişimsizliği yaşıyoruz. Yazmayı ve konuşmayı unuttuk. “Doğru konuşmanın yolu, doğru yazmaktan” geçiyor. “Doğru yazalım, doğru konuşalım” Arada bir duyduğumuz alışılmamış biçimdeki kelimeler veya gözümüze çarpan değişik imlâlar, bizi bunların doğrularını aramaya yöneltmelidir. Bazen de kendimiz doğrudan kuşkuya düşer, söz konusu bir sözün doğru söylenişinin veya doğru imlâsının nasıl olduğunu araştırmaya girişiriz. Bu yolda kuşkuya kapılma, insanı gerçeği bulmaya yönlendiren iyi bir davranıştır. Gönül arzu eder ki her aydınımız bu kuşkuyu içinde taşısın, doğru yazmada ve doğru söylemede birleşsin.

-İstanbul dili derler, ne anlama gelir bu? ‘İstanbul dili konuşurdu, ne güzel’ diye, misal verirler ya zaman zaman. Nasıl bir dildi o sanırım tek tük hala konuşanlar var…

Türkçe’nin son yıllarda şiddetle ziyân edilen bir hazinesi de “İstanbul konuşması”dır. İstanbul konuşmasının, bir şehri, diğerlerinden üstün gören bir zihniyetle övüldüğünü sanmak büyük hatâdır. Türk târihinin son yedi yüz yılında Oğuz Türkleri tarafından kurulan en büyük medeniyet, Anadolu ve
Balkanlar Türkiyesi’ndeki Osmanlı Medeniyeti’dir. 500 yıldan beri, böyle bir medeniyete dil, kültür ve sanat merkezliği yapan İstanbul şehrinde ise Türkçemiz’in büyük tekâmül göstermesi çok tabiîdir.
Esasen her medeniyet dili, o medeniyete kültür merkezliği yapan şehirlerde işlenir. Bu sebeple dünyânın her ülkesinde her dilin en iyi konuşulduğu bir yer, bir bölge, bir şehir vardır. Londra İngilizcesi; Berlin Almancası ne ise İstanbul Türkçesi de öyledir. Hattâ Fransızlar, bu mevzuda daha ileri giderek, uzun zaman, Paris Fransızcasından da üstün ve merkezî bir sanat lisânı düşünmüşlerdir. Buna göre en güzel Fransızca, bu dilin Paris’de Comedie Française’de konuşulan şeklidir. Standart Fransızca, Standart İngilizce, bütün standart diller, her dilin asırlarca işlenerek, en iyi, en doğru, en güzel konuşulduğu bir bölgedeki üstün lisândır.
O kadar ki eğer radyo, bâzı spikerlerin tesadüfen iyi konuştukları “İstanbul Türkçesi”ni, millî, bediî, hattâ ilmî bir anlayışla ve her türlü uydurma dil müdahalelerinden uzak kalarak, bütün memlekete “en güzel Türkçe” diye yaymak lüzumunu anlasa, bu dil, diğer dillerin aynı vâsıta ile çok iyi yaptıkları gibi, yeniden, bütün milletin sevdiği ve kullandığı, yüksek bir dil olurdu. İstanbul Türkçesi, Türk milletinin sahip ve hâkim olduğu her yerden gelerek İstanbul’da yaşayan, İstanbul’da konuşan, İstanbul’da şiir ve şarkı söyleyen Türkler tarafından meydana getirilmiş güzel lisândır. Az da olsa İstanbul Türkçesini elbette konuşanlar var.
Menderes, Ecevit, Türkeş, Bölükbaşı iyi birer hatip idiler…

-Medya mensupları ve basın yayın organları, Siyasiler, Sanatçılar, Şairler, Müzisyenler ve Spikerlerin kullandıkları dil nasıl? Yani güzel kullanıyorlar mı Türkçeyi sizce? Örneklerseniz…

Yaptığımız dil yanlışlıklarının sayısında azalma olması beklenirken, artışların karşımıza çıkması, hepimizi üzüyor. Günlük hayatta kullanılan Türkçeye yeteri kadar özen gösterilmediği bilinen bir gerçektir. Arkadaş arasından tutun da yazılı ve görüntülü basına kadar herkesin hoyratça kullandığı Türkçe’nin sonu ne olacaktır? Bu sorunun cevabının toplumu düşünmeye itmesi gerekirken nedense sadece dil konusunda düşünen kişileri rahatsız etmektedir. Politikacı, sanatçı gibi toplumun her an takip ettikleri kişilerin hatta hayatımıza bu denli giren yazılı, sesli, görüntülü basının dili yanlış kullanması toplumu da olumsuz etkilemektedir.

-Bir İngiliz, Şekspir’in yıllar önce yazdığı bir eseri çok rahatlıkla okuyabilmektedir. Bizler ise Yahya Kemâl’in bir şiirini anlamakta güçlük çekmekteyiz. Bu nasıl bir dil bilincidir?

Televizyon kanallarının sayısının artması yanlış kullanımı yaygınlaştırdı. Reklâmlarda çok ciddi yanlışlar halka dayatılıyor. Spor magazini, çok izlenen bir örnek olarak ve aynı zamanda en ciddi dil hatalarının yapıldığı bir alan olarak kitleler üzerinde çok etkilidir. Gazeteler, radyolar, televizyonlar internet, “kavram karmaşa”ları ile doludur.
-Siyasilere baktığınızda sizce en iyi ve dili kurallarına göre kullanan kimler var, Türkçeyi güzel konuşan, yani
İlk anda sıralayacağım isimler; Bülent Arınç, Cemil Çiçek ve Deniz Bölükbaşı, eskilerden Kâmuran İnan. Bu isimlerin Türkçeye hâkim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bazı siyâsiler, ses ve beden uyumuna dikkat etmiyorlar. Gereksiz vurgu ve tonlamalarla, bağıra bağıra konuşuyorlar ki, bu başlı başına bir kusurudur. Ayrıca beden dilini çok abartılı kullananlar var. Gereksiz durakların dışında Mesut Yılmaz’ın sesi çok güzel. Deniz Baykal asalakları çok kullanıyor, sesi mikrofonik. Hayatta olmayan devlet adamlarımızdan Adnan Menderes, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Osman Bölükbaşı iyi birer hatip idiler.
-Bana öyle geliyor ki eğer böyle giderse, ilerde Türkçe’yi iyi kullanma okulları açılacak ve biz çocuklarımızı oralara da yollayacağız sanki. Hani ‘Türkçe’nin Adı var’ isimli başka bir kitabınız var ya Aynı bu isim gibi… Belli bir süre yalnızca adı kalacak gibi… Çünkü Türkçe sözcükler iyiden iyiye unutulmaya başladı gibi…

Özellikle, çocukların ve gençlerin etkilendiği yayınlar, argo kelimelerin günlük konuşma diline girmesine yol açmış, toplumda, argo ve küfürle konuşmanın doğal olduğu görüşünü yaygınlaştırmıştır.
Bu görüş, dil aracılığı ile aktarılan, millî kültürün bozulmasına, yozlaşmasına, evrensel, ulusal kültürden ayrılmış alt kültürlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Öte yandan, argo ve küfür içeren kelimelerin bireyin ve toplumun ruhî durumunu ve ahlak kavramını olumsuz etkilediği belirlenmiştir.
Genel olarak, günlük konuşmada, ortalama yüz elli, iki yüz kelime kullanılan toplum kesimlerinde, özellikle gençler arasında argonun etkinlik kazanması, insanların yabancılaşmasına yol açmıştır.
Belirli gençlik kesimlerinde gençlerin ortaya çıkardığı argo kelimeler çoğunlukla, anne, baba, öğretmen, kadın, kız, eşcinsel, alkol, madde gibi kavramlarla ilgili olup gencin içinde
bulunduğu alt kültüre göre her alanda argo kelime bulmak mümkündür. Şu an Türkçeyi doğru kullanma, hitabet, üslûp eğitimleri üniversitelerde, belediyelerde vakıflarda veriliyor.
Özel kanallar iltimâsı dikkate alıyor, liyâkate bakmıyorlar…

-Çeşitli alanlarda yetenek yarışmaları düzenleniyor, spor, müzik, güzellik vb.. alanlarda. Neden kimse Türkçeyi güzel konuşma vb. gibi bir yarışma düzenleme gereği duymuyor sizce?

Sevgili Sezâi Bey, dert etmek gerekiyor bu meseleyi, görüyorum ki kimsenin böyle bir derdi yok. Alan da, satan da memnun. Üretim maalesef yok, kopyala yapıştır. Böyle bir yarışmanın düzenlenmesi inanın dile, kültüre çok katkı sağlayacaktır. Radyolarda, Televizyonlarda Türkçe’nin “T” sini bilmeyen insanlar ahkâm kesiyor, çocuklarımıza kötü örnek oluyor. Bizler de “narkoz”lanmış gibi bu insanları dinliyor ve seyrediyoruz. “Her koyun kendi bacağından asılır.” düşüncesini terk etmeliyiz artık.

-Aynı zamanda şiir yorumcusu ve seslendirme sanatçısısınız, şiir kötü yorumlanırsa ne olur… Ya da seslendirme iyi olmazsa dinleyiciye nasıl yansır bu hal?

Kötü yorumlanmış bir şiiri, şâiri ne kadar tanınmış ve iyi olursa olsun asla dinleyemem. Bu sinema filmi, belgesel, reklâm, tanıtım filmi, kamu yararına yayınlanan filmler için de geçerlidir. Şiir bir duygu işidir. Rahmetli Sacit Onan’la “Şiir Okuma” eğitimi başlatacaktık, ömrü vefâ etmedi. Allah rahmet eylesin. Kıymeti anlaşılamamış, ender seslerdendi. Şiiri yorumlayan sesiyle, vurgu ve tonlamasıyla sizi alıp “şiiristân”a götürmeli. Her harf, her hece, her kelime, gözle görülmeli, kulakla duyulmalı. Dilin müşterisi kulaktır. Kulak çok hassastır. Kulakları güzel bir Türkçe ve sesle doldurmalıyız. Spikerlik-sunuculuk yetenek işidir. KPSS puanıyla TRT ye spiker ve sunucu alıyorsunuz, özel kanallar iltimâsı dikkate alıyor, liyâkate bakmıyorlar. O zaman sonuçlarına katlanacaksınız.

-Birde bir çok 'Sözlük' var piyasada, yapılan çalışmaları iyi ve tatmin edici buluyor musunuz?
Kütüphanemde kullandığım çok sözlük var ama bazılarının isimlerini vereyim; Lûgat-i Nâcî Muallim Nâcî, TDK Yayınları, Lûgat-ı Cûdî İbrahim Cûdî Efendi, TDK Yayınları, Ferit Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, TDK Türkçe Sözlük iki cilt, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Yeni Asya Neşriyat, Türkçe Sözlük, TDK Yayınları, Resimli Türkçe Kamus, Raif Necdet Kestelli, TDK Yayınları, Yeni Türkçe Lûgat, Mehmet Bahaettin Toven, TDK Yayınları, BKY Yayınları, Türkçe’nin Sözlüğü, Tasavvuf Terimleri-Deyimleri Sözlüğü Anka Yayınları, Osmanlıca-Türkçe Sözlük Türdav, Yeni Lûgat Abdullah Yeğin vs.

-Dil konusunda, güzel konuşma konusunda ben sizin kitapları tavsiye ediyorum gençlere, peki siz birkaç kitap tavsiye edecek olursanız, kimler olur bunlar…

Hz. Mevlânâyı çok seviyorum, Mesnevî elimden düşürmediğim, kitabın ötesinde olan bir şey. Hayatıma çok şey kattığına inanıyorum. Cihân Okuyucu, Mevlânâ Konuşuyor çok güzel bir çalışma. Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hacib tarafından bin yıl önce kaleme alınmış bir kitap. Birde içinde barındırdığı yöresel dil ve sözcüklerinin göze’si olarak çok ehemmiyetli bulduğum, sizin ‘Sormak Lâzım’ isimli, önemli röportajlardan oluşan kitabınız… Burada söylemek belki uygun olmaz diye düşünseniz de, bir şeylerin hakkının teslimi noktasında bunu söylemem gerekir…

Haber Tarihi: 24 Aralık 2012 Pazartesi 15:33Haber Adresi: http://www.yazete.com/kultur-sanat/menderes-ecevit-ve-turkes-iyi-hatipti-530107.html