ÖNE ÇIKANLAR :

YAZARLAR

Adalet Mülkün Temelidir Ama Adalet Nedir?

Salih Turnagül

15 Ekim 2013 Salı 16:30
  • A
  • A

İnsanoğlu doğuştan siyasal, sosyal ve iktisadi bir canlıdır. Eskiler bu durumu “insan doğuştan medenidir” şeklinde ifade etmişlerdir. İnsanın yaratılışını beyan eden ayet-i kerime’de şöyle buyrulmaktadır: “Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. (Melekler): “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. Rabbin: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.” (Bakara Suresi: 30)

Görüldüğü gibi ayette insanın halife yani yönetici olması vasfına değinilmiştir. Muteber tefsir kitaplarında bu ayet-i kerime zikredilirken mutlaka siyasi bir rejim olarak hilafet ve şartlarına değinilmiştir. Yalnız ayet-i kerime’de insanın “fesat çıkartacak ve kan dökecek özelliği” olduğundan dolayı hilafete layık olmayacağı işaret edilmiştir. Öyleyse yeryüzünü yönetme hakkı fesat çıkartmayan ve haksız yere insan kanı dökmeyen kimselere kısaca adil olan kimselere mahsustur. Bu noktada kısaca fesat kelimesinin mahiyetini incelemekte fayda vardır.

Fahreddin Razi (rh.a) şöyle demiştir: “Fesat, bir şeyin faydalı olmaktan çıkmasıdır. Fesat kelimesinin zıttı ise salahtır.” İnsanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini korumayan her hüküm ve davranış fesat kelimesi ile ifade edilebilir. Bu sebeple İbn-i Kaffal (rh.a) şöyle demiştir: “Allahü Teala (cc)’ya açıkça isyan, yeryüzünü fesada vermek olarak kabul dilmiştir. Çünkü İslami hükümler; insanlar için vaz olunmuş bir takım kanunlardır. İnsanlar buna sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Böylece hem yeryüzünün hem de orada yaşayan insanların salahı gerçekleşir. Ancak insanlar İslam’a sımsıkı sarılmayı bırakıp herkes kendi nefsinin arzuladığı şeyleri yapmaya başlarsa, o zaman fesat ortaya çıkar.”

Fesat ve salah kelimelerinin hilafet yani fesat kelimesiyle yakından ilgili olduğunu söylemiştik. Bu durumu en iyi anlatan ayet-i kerimelerden birisi de şudur: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider. Ve o kimse kalbinde olana Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanların en amansızıdır. O, iktidara geldiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez.” (Bakara Suresi: 204-205) Razi (rh.a); “Hak Din; birincisi ilim, ikincisi de amel olan iki şeyden meydana geldiği gibi, batıl din de birincisi şüpheler, ikincisi de çirkin fiiller olmak üzere iki şeyden meydana gelmiştir. İşte burada Allahü Teâlâ (cc), ilk önce bu insanın şüphelerle meşgul olmasından bahsetmiştir ki, li yüfside fihe (orada fesat çıkarmak için) sözünden murad da budur” tespitinde bulunmuştur. Dolaysıyla İslam’a aykırı olan bütün hükümlerin fesat olduğunu söylememiz mümkündür.

Sosyal, siyasi, iktisadi hayatın istikrar bulması ve huzurun sağlanması için sağlam, doğru ve vicdani bir ölçünün bulunması şarttır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Eksik ölçüp tartanların vay haline Ki onlar, insanlardan ölçerek aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya tarttıklarında eksiltirler. Yoksa onlar, diriltileceklerini sanmıyor mu?” (Mutaffifin Suresi: 1-4)

M. Hamdi Yazır (rh.a) ayetin tefsirinde şunları kaydetmiştir: “Rahmân ve Hadid sûre-lerinde de geçtiği üzere göklerin ve yerin ayakta duruşu bir ölçü ve denge iledir. Bütün hakların ölçeği de terazidir. Onun için bir yerde hak ve adaletin yerleşmesi için ilk gerekli olan şey ölçünün herkes için eşit bir şekilde doğru ve dürüst olmasıdır. Bunun doğru olması için iki temel direk gereklidir.

Birisi, ölçünün bizzat kendisinin tam olması, eksik veya fazla, yanlış alet kullanılmaması, birisi de ölçmenin tam ve doğru olmasıdır.

Ölçmenin doğru olması ise her şeyden evvel hak ve adalet fikriyle ruh doğruluğunun neticesidir. Ölçüyü, ölçeği ve tartıyı doğrultacak olan da odur. Kalp ve vicdanlarında insaf ve doğrulukla hak fikir ve imanı beslemeyenler doğru âletle dahi ölçerken hile yapmaktan kaçınmazlar.

İnsanlar başkalarının haklarını da kendi hakları gibi tutarak düzgün bir ölçüyle ölçme duygusunu taşımadıkça hile yapmaktan kurtulmazlar. Düşünme ölçüsü bozuk olan kimseler aynı bir olayı kendileri için düşünürken başka, diğerleri için düşünürken de başka türlü değerlendirirler. Mesela, kendinin azıcık bir şeyi kaybolmasını bir elem saydıkları halde başkasının az bir şeyi kaybolmasına önem vermez veya bundan bir lezzet duyarlar ki bu hal ruh ölçeğinde, fikir ölçüsünde bir hiledir. Asıl bu ruh halidir ki insanı ölçü ve tartıda hileye sevk eder. Bu ruh halini taşıyanlara ne kadar doğru ölçü ve terazi verilse onlar yine fırsat bulup güçleri yettikçe onu kötüye kullanmaktan çekinmezler. Bunların hepsi "mutaffifin" unvanı altına girer ve "veyl"i hak ederler. Bundan dolayı burada hukukun düzenlenmesi ve iyilik ve hayrın yerleştirilmesi için önce ölçü ve tartının düzeltilmesi gerektiği gösterilmek üzere her şeyden önce ölçü ve tartıda bu tür hile yapma alışkanlığının veyl'i hak ettirdiği haber verilmiş ve bunun asıl sebebinin hak ve ahiret düşüncesini ihmal ettiren inanç bozukluğu olduğu, düzeltilmesi için de öncelikle ahirete iman ile sorumluluk duygu ve uyanıklığı duyurulmak üzere buyrulmuştur ki:

“Zannetmezler mi onlar?. O hileyi yapanlar? İman etmiyorlarsa bir zan da mı beslemezler? Ki hepsi büyük bir gün için yeniden diriltilecekler.”

Yani ölçü ve tartıda yapılan böyle bir hilenin sorumluluk ve cezası öyle ağır ve o veyl'in uygulanacağı gün öyle büyük bir gündür ki insanın, onun kesin olan vukuuna inanıp kesin inanç taşıması şöyle dursun bir zan beslese bile o hileye cüret etmemesi gerekir.”

Görüldüğü gibi gökler ve yerler adaletle ayakta durur. Bu sebeple Hz. Ömer (ra), “Adalet, mülkün temelidir” buyurmuştur. Bu sebeple mülkün daimi için adalet meselesi en birinci maddeyi teşkil eder. Adalet, yemeğin içerisindeki tuzdur. Tuz bozulursa her şey bozulur.

Türkiye’nin geçmişte olduğu gibi en birinci sorunu adalet ve mahkemelerdir. Cumhuriyet’i kuran kadrolar iktidarlarını “İstiklal Mahkemeleri”ne borçludur. O zamandan bu yana Türkiye’de olağanüstü ve kişiye özel yargılama mekanizmaları önemli bir yer tutmuştur. Devlet Güvenlik Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler ve son olarak Terörle Mücadele Kanunu Mahkemeleri aynı geleneğin ürünüdür. Bu mahkemeler ihtisas mahkemeleri olarak görev yapmamış muhalifleri cezalandırmanın bir yolu olarak devreye sokulmuştur. Bu sebeple MİT için kötü olan “Özel Yetkili Mahkemeler” muhalifler için uygun olmaya devam etmiştir. Son olarak AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’in “PKK, silah bırakırsa KCK’lıları serbest bırakabiliriz” sözleri mahkeme ve rehine sözlerinin yan yana anılmasına vesile olmuştur.

Türkiye’de 28 Şubat’ı gerçekleştiren kimselerin zamanında “28 Şubat 1000 yıl sürecek” kibirlenmeleri hepimizin malumu. 28 Şubatçı zalimleri bu noktaya getiren inanç “brifinglerle” yönettikleri yargı gücüydü. Ama bu zalimlerin hesaplamadığı bir gerçek vardı. Zulümle abat olunmaz!.. Bu sebeple 10 yıl sürmeden 28 Şubatçılar darmadağın olmayı bırakın tarihe zalim olarak kaydedilmişlerdir. Nasıl gökler ve yerlerin kendine mahsus kuralları varsa sosyal ve siyasal hayatında kendine mahsus kuralları mevcuttur. İnsanları yargılamanın objektif kuralları benimsenmediği sürece sosyal ve siyasal dalgalanmaları önlemeniz mümkün değildir. Kısaca Türkiye, yeni ve büyük dalgalanmalara hazır olmalıdır. Bu arada mahkemelere bir şekilde düşenlere Allah yardım etsin!..

YORUM YAZ
Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yapmak için üye girişi yapmanız gerekmektedir. Yada Misafir Olarak Yorum Yapabilirsiniz.Üyeliğiniz varsa üye girişi yapabilirsiniz. Yeni üyelik için üyelik formunu kullanabilirsiniz.